Kış Uykusu, Ayşegül Devecioğlu‘nun yaşam kadar politik ve yaşam kadar hüzünlü öykülerinden oluşuyor. Bu kısa kitabı, duygusal yoğunluğu sebebiyle tek bir seferde bitirmem mümkün olmadı. Bu yoğunluğun politik bir arka planla birlikte ama yapaylığa ve doğrudanlığa düşmeden ve sloganlara sığınmadan sunulabilmesi ise beni özellikle etkiledi.

Bu yazıda hem Kış Uykusu‘ndan kısaca bahsetmek, hem de politikanın edebiyatla ve genel olarak sanatla ilişkisini kısaca irdelemek istiyorum. Sanat politik olmak zorunda mıdır? Politik bir sanattan ya da politik edebiyattan bahsedebilmeli miyiz ya da bahsetmeli miyiz?

Kış Uykusu ve edebiyat

Devecioğlu, yeni tanıştığım bir yazar. Yazarın sol gelenek içerisinde bir politik geçmişi var. Bunun etkisini öykülerin içeriğinde görmek mümkün: Devecioğlu sokakta yaşayanları, dışlananları, öteki haline getirilenleri konu ediniyor en çok.

Ancak bu hikâyeler, politik sloganlara indirgenmiyor. Öyle olsaydı edebiyattan söz edemezdik zaten. Kış Uykusu‘nda, toplumun ve düzenin çürümesini en dipten yani insandan başlayarak anlatılıyor. Bu dip noktayı anlamak önemli, çünkü bunu anlayamazsak yozlaşmanın kaynağını havada ya da suda aramaya başlayabiliyoruz.

Evet, sistem ve adaletsizlik yozlaştırır insanları. Ama insanın yozlaşmaya başladığı bu sıfır noktasını bulmak önemlidir, çünkü bu noktayı kaçırırsak, kötülüğü doğal ve sıradan olarak yaftalamaya başlayabiliriz. Oysa kötülük, insanın güçlerinin kendisine karşıt hale gelmesidir ve toplumsal bir olaydır.

Devecioğlu, toplumsal çatışma içerisindeki sahneleri Calvinovari bir duyarlık ve büyülü gerçeklikle sunuyor. Fakat bu sefer büyüyü arayan ve sunan yazar olmuyor. Gerçeklik çelişki ve çatışmaları ile birlikte ortaya koyulabildiğinden, kendiliğinden bir realist estetik oluşuyor. Ya da bu üçüncü gerçeklik katmanını oluşturmayı bir şekilde başarıyor yazar.

Kış Uykusu ve ötekinin sesi

Öteki, hem uykularımızı kaçıran bir tehdit, hem de neşe veren bir kaynak. Kim can sıkıntısı ile ötekine, oyuna, maceraya yönelmemiştir küçükken… Fakat bu ilk saf yöneliş, toplumun öğretileri, çatışmaları ve dogmaları tarafından yok edilir. Öyle bir nokta gelir ki, hepimiz evimize kapanıp dünyamızı daha güvenli ve sıkıcı hale getirmek isteriz.

Bu noktada Nurdan Gürbilek’in sorusunu hatırlayabiliriz: Edebiyat sessizlerin sesi olabilir mi? Zulme uğrayanların yaralarını sarabilir mi, ya da en azından bize zulüm olmayan bir dünyaya davet edebilir mi?

Devecioğlu, saklandığımız evin duvarlarına bu seslerle saldırıyor. Veremli olduğu için bir poşet gibi bir kenara atılan bir anne ve anılardan bir kabus gibi geri dönen suçluluk duygusu, anneliğinin pezevengi olmak zorunda kalmış bir piç ve lanetlenen bir kenar mahalle, illegal bir evde illegal hayatlar yaşayan insanların dua ve yakarışları, ”Paran var mı” dışında cümlesi kalmamış sokak insanları… Tüm bunlar uyku kaçıran çağrılara dönüşüyor Kış Uykusu‘nda.

Devecioğlu ötekinin sesini dillendirmeyi başarıyor. Peki şunu soralım: Bunu başarmak neden önemli olsun ? Kendimizi neden kalın duvarların arkasına hapsetmeyelim? Neden kendimizi ötekiye karşı açık ve kırılgan hale getirelim?

Bu duvarları aşmazsak, insan olamayacağız çünkü. Ben dediğimiz şey, öteki ile ve ötekinin çağrısı olan dil ile kurulur. O yüzden ötekini yok eden her çağrı çelişik ve hastalıklıdır: Ben’in merkezinde salt ben’e ait ne bulabiliriz ki? Rimbaud’un söylediği gibi, ben bir başkasıdır.

Devecioğlu kitapları.

Sanat politik olmak zorunda mıdır?

Son olarak şu konuyu tartışalım: Sanat eseri ve sanatsal eylem, politik olana değinmek zorunda mıdır? Bunu klasik müzik ya da soyut sanat gibi bazı sanat türleri için öneremeyeceğimiz açık. Ama şunu sorabiliriz: Politik olmak sanat eserine bir canlılık katar mi?

Ben bu soruya olumlu cevap vereceğim. Tabii ki hiçbir sanatçıdan ya da sanat eserinden sloganlar aracılığı ile politik olmasını bekleyemeyiz. Ancak eğer sanat bir duvar süsü ya da eğlence aktivitesi olmakla sınırlı değilse ve dönüştürücü etkisi olacaksa, politik de olmak zorundadır.

Çünkü yaşamın kendisi politiktir. Sanat yaşama dokunacak ve yaşamı değiştirecekse, bir şekilde politik olanla ilişkiye girecektir. Sanat ancak bu şekilde bize bir kader olarak sunulan bu adaletsiz, yozlaşmış, bir gelecek sunmayan ancak buna rağmen kendisini bir kader olarak sunan yaşamı ve dünyayı değiştirebilir.

Karel Kosik, Somutun Diyalektiği’nda politik edebiyatı şöyle selamlar: “Modern sanatın ana ilkelerinden biri, gündelik olanın zorlanması, yani sözde somutun yıkılmasıdır.” (s.79) Bu şu manaya gelir: Sanatçı kapitalizmin ve hakim kültürün oluşturduğu kurguyu zorlamak, onun çelişkilerini göstermek zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde insan gerçekliğini derinlemesine incelemiş ve onun varoluşsal dramasını ortaya koymuş olur.

Ayşegül Devecioğlu‘nun Kış Uykusu, sloganların ve tarafgirliğin kolaycılığına düşmeden bu yozlaşmış dünyanın akışında bir kırılma anı ve dolayısıyla bir dönüşüm ihtimali yaratmayı başarıyor. Yani sözde somutu sarsıp bizi yaşamın korkunç güzelliği ile karşı karşıya bırakıyor.

Bir Cevap Yazın

Trending

Alçak kültür sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et