Cinler neden “yalnız” insanlara musallat olur?

Cin ve peri gibi paranormal varlıklar, insanın sayıklamalarının yankısı olabilir mi? İnsan yalnızlaştığında, gölgeler onun ihtiyaç duyduğu dost ve düşmanlara mı dönüşüyor? Neden cin musallatları ve diğer paranormal olaylar yalnız insanların başına gelir?

Sizden kim cennet safasını isterse cemaate devam etsin. Çünkü şeytan tek kişi ile bulunur. İki kişi olurlarsa uzak durur. (Hadis)

Cinlerin Esrarı, İmam Şibli, s.262

Üstelik kültür, bu duruma yol açabilecek kaynaklarla dolu. Dil, her halükarda bir öteki’ye refere ediyorsa ve konuşma hiçbir zaman monoloğun sınırları içine hapsolamıyorsa, cin gibi paranormal varlıkların da dilin bu yansıtıcı özelliği ile ilişkili olması muhtemeldir. Çünkü dilde eğer monolog değil dialog birincil ise, her monologda hayali bir öteki var sayar ya da kurgular.

Öyleyse cinlere ya da hayaletlere inanmasak bile, bu inancı ya da paranormal deneyimleri sadece psikolojik sorunlara indirgeyemeyiz. Belki de dilin ve toplumsallığın kendisinde, doğaya ya da görünmez varlıklara ruh ve kişilik atfetmemize sebep olan bazı tetikleyiciler söz konusu. Ve bu tetikleyicilerin kültürden önce, dil ve insanın dille kurduğu ilişkide bir temeli olabilir.

Öyleyse dilin diyaloga ve yansımaya yaslanan yapısı ile, insanın yalnızlığından doğan sayıklamalarının paranormal deneyimler ile ilişkisini tartışalım. Böylece insanın yalnızlığının ne kadar üretken olabileceğini görebilir, ve cinler ve yalnızlığın ilişkisini ortaya koyabiliriz.

Dil, anlam ve öteki

Sağduyu gereği, dilin yapısının işaretler ve anlam gibi iki alandan ibaret olduğunu düşünürüz. Burada ortaya konulan dil modeline göre, aktörler kast edecekleri anlamı aracı olan dil (kelime ve sesler) ile karşı tarafa iletirler. Ama bu model neden ideal şekilde işlemez? Neden sürekli yanlış anlamalar, dilsel kazalar ve tartışmalar söz konusu olur iletişimde?

Burada anlaşılması gereken, yanlış anlaşılmanın iletişimde bir standart olmasıdır. Zira her iletişim, ideallikten son derece uzaktır ve aktörlerin birlikte bir dilsel olay inşaa ettikleri bir deneyimdir. Öyleyse iletişimde ne ideal bir anlam, ne de ideal ve sabit aktörler söz konusudur.

Wittgenstein ikinci döneminde önerdiği dil oyunları modeli ile, dilsel deneyimi iki ustanın duvar örmesine benzetir. Ustalar ellerindeki araçları mesleki akidelere göre kullanarak ve oyunun kuralına göre çalışarak nasıl bir duvar ortaya çıkarırsa, dilsel deneyimde her aktör dilsel araçların el verdiği ve inşaa ettiği ideal olmayan anlamları ve anlamsal durumları üretir.

Wittgenstein’ın önerisinin dikkate değer yönü, klasik ideal dil anlam modelini aşması ve iletişim için çok daha doğru ve pratik bir model sunmasıdır. Bu modelin bizim tartışmamıza katkısı ise, dilin rastlantısallığının histeri, sayıklama, dil sürçmesi gibi durumlara yol açmasının kolaylığıdır.

Monoloğun ikinciliği

Klasik dil modeline göre, hepimiz önce kafamızın içinde monolog halindeki düşünce üretme biçimlerini kullanır, bunun ardından bu ürettiklerimiz ile diyaloga ya da eyleme geçeriz. Fakat ya durum bunun tam tersiyse?

Ya çocukluğumuzun ilk yıllarında annemiz, ailemiz, arkadaşlarımız ile girdiğimiz her diyalog ve dilsel – kültürel deneyim yani dilsel diyalektik, içsesimizi de şekillendiriyor ve monoloğun yapısını da kuruyorsa ? Bu model, Wittgenstein’ın teorisi ile doğrulanmasının yanında, deneyim gereği de sağduyuya uygundur. Kendinizi motive ederken kendi kendimize konuşmaz mıyız hepimiz?

Lacancı psikanalizin, dilin psikolojik süreçler için taşıyıcılığını vurgulaması da bunu destekler. Oidipus kompleksi gibi psikolojik temel yapılar dil ile aktarılıyor ise, dilsel deneyimde hiçbir zaman yalnız olmadığımız bir kere daha kanıtlanır. Öyleyse dialog monoloğa nazaran birincildir. Bu durumda monolog diyaloga göre her zaman ikincildir ve histeriye daha yakındır.

Yalnızlık, sayıklama ve cinler

Monolog histeriye daha yakındır çünkü monolog, var olmayan bir öteki’ye referans verir. Evet, hepimiz hergün bazen içimizden bazense dışımızda sesli şekilde kendimizle konuşuruz. Bu da belirli bir oranı aşmadıkça deli olduğumuzu göstermez.

Bir kimse tedirgin olur, kendi kendine konuşur, konuşması anlaşılmaz, karışık olursa onun cinlerle konuştuğuna inanılır. Bu durumda rli uğurlu, soluğu kuvvetli bir cinci hocaya okunma gereği vardır.

Cinci Büyüleri ve Yıldızname, İsmet Zeki Eyüboğlu, s.91

Ama yalnızlık koyulaştığında, yankılar yeni yankıları doğurmaya başlar. Ve bu yankıların kaynakları giderek belirsizleşirken, bu yankılar kendi ötekilerin de yaratmaya başlar. Çünkü her monolog diyalogdur ve diyalektiğe muhtaçtır. Öyleyse gölgelerin konuşmaya başlaması, monoloğun diyaloga dönüşmesi manasına gelebilir.

Öyleyse yalnızlık ve histerinin hayaletler üretmesi, sadece psikolojik sorunlarla alakalı değil. Gün içinde en küçük aksiliğin arkasında bile çeşitli motifler arayabilen zihnimiz, monoloğun zindanında pekala hayaletler ve cinler yaratabilir. Zaten paranormal deneyimlerin ıssız yerlerde ve yalnızların başına geldiğini de biliriz. Cinler ıssız yerlerde dolaşırlar ve yalnızlar musallat olurlar. Belki de cinlere en çok yalnızların ihtiyacı vardır.

Hayalgücü ve yalnızlık

Burada bir diğer bağlam ise, hayalgücünün en çok yalnızlıkta çalışmasıdır. Bu hayal kurmanın mekanizması ile ilgili. Belki de çocukken tek başımıza hayaller kurup oyunlar oynamayı sevdiğimizden böyleyiz.

Yalnız insan, gölgeleri yorumlamaya ve adlandırmaya başlayabilir. Gölgeler, bizim korkularımızın şeklini alabilir. Yahut kültürel kozmolojinin şekillerine de bürünebilir. Ne de olsa bu kozmolojinin kahramanları da insanların ortak korkularını dayanır.

İşte tam da bu sebeplerle, ben cinlerin yalnız insanların dünyasına girmesini sağduyuya uygun buluyorum. Çünkü ancak yalnız insan hayalgücü ile duygularını bu kadar bağlar. Cinler ve diğer paranormal hikayeler de bu bağlantıya ilişir ve güçlenirler. Cinler ve yalnızlık üzerine düşünmek işte bu sebeple ilginçtir.

Sonuç: Cinler ve insanın yalnızlığı

Öyleyse cinlerin ve paranormal deneyimlerin, insanın sadece hüsnü kuruntusu olmadığını, aynı zamanda psikolojik bir ihtiyacı olduğunu söylemeliyiz. İhtiyaç buluşun anası olduğuna göre, cinler de insan zihninin sadece gölgesi değil, yankısı ya da parçası olmalı.

Hele ki dil ötekiye ve belirsizliğe bu kadar açıkken ve öteki insan için bu kadar hem kurucu, hem de belirleyici iken. Bu belirleyicilik, insanın hem yaratıcılığının, hem de kırılganlığının kalbindedir. Rimbaud’un dediği gibi, ben bir başkasıdır ve bu ihtiyaç dolayısıyla hiç dinmeyecek bir hayal kırıklığına (frusturasyona) sahiptir.

Belki de tam bu yüzden yalnızlık ve yaşamın büyüklüğü ile baş edemediğimiz noktalarda paranormal deneyimlere ihtiyaç duyuyoruz. Yalnızlığın tanrıya mahsus olması lafı da bunu destekler. İnsan yalnızlığa gömüldüğünde, kendisine hayali bir dünya yaratmaya başlayabilir.

Cin hikayelerinin çoğunlukla izbelelik gibi ıssız yerlerde yaşanması ve paranormal olayların yalnız yolcuların başına gelmesi de, iddiamızı destekleyecektir. İnsanın hayal gücü, hayaletler yaratma konusunda güçlüdür. Hele ki bu hayaletlere yalnızlığa ve yaşamın korkunçluğuna dayanmak için ihtiyacı varsa.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: