Uygarlığın Huzursuzluğu‘nun kaynağı nedir? İnsanlığın çektiği toplumsal problem ve sancılar, insanın ve toplumun yapısal özelliklerinden mi kaynaklanır? Yoksa uygarlığın gelişiminde yaşanan sapmalar ya da düzeltilmesi gereken hatalar olarak mı ele alınmalıdır? Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık çalışmasında Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu‘ndaki tezlerini nasıl tersine çevirir? Marcuse Freud’un Uygarlığa ilişkin karamsarlığına nasıl karşı çıkar?
Freud ve Uygarlığın Huzursuzluğu
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında, insanın libidal ekonomisi ve güçleri ile uygarlığın selameti arasında bir çelişki bulunduğunu iddia eder. Bu iddia aslında Freud’un insan psikolojisi ile ilgili modeline dayanır.
Bu modele göre, her birimiz sonsuz haz almayı hedefleyen hayvansal yanımız olan id, benlik algımız ve ve iç görümüzü karşılayan ego ve toplumsal yasa ve baba figürüne denk düşen süperego’nun ilişkilerinden oluşan bir iç dünyayı sürdürüyoruz. İnsanın amacı, mutlu olmak yani hazza ulaşıp açıdan kaçınmak olduğundan, kendi çıkarlarımız gözetiriz doğal olarak. (Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu ile ilgili yazım için bakabilirsiniz.)
Fakat bu çıkarlar, her zaman için toplumun çıkarları ile uyuşmaz. Kişi, uygarlığın iyi yanlarından ve kazanımlarından faydalanabilmek için, kendi mutluluğundan vazgeçmelidir. İşte bu fedakarlık, kişi ile uygarlık arasındaki çatışmanın özüdür.
Bu çatışma kolaylıkla çözülemez, çünkü kişi halihazırda uygarlık için cinsel tatmin gücünün bir kısmından vazgeçerek tek eşliliği kabul etmiş, yıkıcı güdülerini sınırlandırmış ve kendi enerjisinin bir kısmını uygarlığın ortak eylemleri için harcamayı çoktan kabul etmiştir. Bu kabulleniş önemlidir, çünkü bu cinsel baskının ruhsal sorun ve rahatsızlıklar doğurduğunu iddia edecektir Freud.
İşte bu sebeplerle, kişi ve uygarlığın güçleri arasında en nihayetinde çözülemez bir içsel çelişki vardır. Freud’a göre bizler, bu çelişkinin farkında olarak uygarlık, toplum ve kültürle olan ilişkilerimizi sürdürmeliyiz.
Fakat tartışmamız bağlamında vurgulamamız gereken bir nokta var. Freud, insanla uygarlık arasındaki çelişkiyi incelerken, insan doğası gibi bir durum varsayar ve bunu bir olgu olarak ele alır. Fakat bu olgunun tarihselliğini ve olumsallığını dikkate almaz. Dahası, uygarlığın gelişimindeki ekonomik – politik bağlantı yok sayar. Bu ikili varsayım, birbirini besler ancak araştırmada büyük bir boşluk bırakır. Burası Marcuse ‘un eleştirisini yönelteceği boşluktur.
Uygarlığın ilkesini gerçekten özgürlük ve baskı, üretkenlik ve yoketme, egemenlik ve ilerleme arasındaki karşılıklı ilişki mi oluşturur? Yoksa bu karşılıklı ilişki yalnızca insan varoluşunun belirli bir tarihsel örgütlenmesinden mi doğar?
Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık, 29
Marcuse ve baskıcı olmayan uygarlık
Marcuse ise, uygarlığın baskıcı eğilimlerinin onun asli özelliklerinden olduğunu kabul etmez. Marcuse’a göre bizler, insanla toplum ve insanla doğa arasında daha farklı ilişki biçimleri arayışı içerisinde olmalıyız. Çünkü Freud’un iddiasının aksine, insanın haz ilkesine bağımlılığı, gerçeklik ilkesiyle yani toplumsal yaşam ile çatışacak oranda güçlü olmayabilir. (Tabii uygun toplumsal ilişkiler geliştiğinde.)
Freud’a göre, insanın tarihi baskılanışının tarihidir.
Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık, 34
Yani aslında, Freud’un tespit ettiği çatışma, sosyolojik ve tarihsel veçheleri olan bir olaydır. Bu olayı Freud’un aksine, daha geniş bir perspektiften değerlendirmemiz gerekeceğini söyler Marcuse. Yani bir anlamda psikolojiden, psikolojinin felsefesine ve sosyolojiden sosyolojinin felsefesine yönelir Marcuse. Çünkü ancak geniş bir perspektiften baktığımızda görürüz “olay”ın her yönünü.
Marcuse’un bu kadar iyimser olabilmesinin sebebi, uygarlığın kurduğu baskı ve özgürleşme arasında diyalektik bir ilişki görmesine dayanır. Uygarlık insan üzerinde biyolojik ve sosyolojik bir baskı kurarken aynı zamanda bireye özgürleşme için gerekli bilinci de verir çünkü.
Fakat Marcuse Uygarlığa ilişkin çatışmanın analizini de yapar. Burada ilk nokta, baskıcı uygarlıkta yabancılaşmanın doğal bir uzantısı olarak haz ilkesi ile çatışma içine girilmesi iddiasıdır. Bu olay aslında, emekçinin ürettiğine yabancılaşması ile ilişkilidir ve baskıcı olmayan uygarlıkta, emekçinin ürettiği değer ile barışması durumunda, daha sağlıklı bir libidinal ekonomi geliştirmesi muhtemeldir.
İkinci önemli nokta ise, “uygarlığımızın” cinsellikle ilgili özel baskıcı tutumudur. Wilhelm Reich’i takip eden Marcuse, uygarlığın cinsellikle ilgili tutumunun kader olmadığını, dinsel dogma ve safsataların cinsel yaşamı baskı altına aldığını iddia eder. Yani Freud’un aksine, uygarlığın baskıcı olmayan halinin, insana zorbalığa varan bir cinsel sınırlandırma getirmeyeceğini tasavvur edebiliriz. Fakat buradaki cinsel özgürleşmenin nasıl sağlanacağı da ayrı bir konu ve sorunsaldır.
Marcuse ve Kapitalizmin huzursuzluğu
Marcuse, Uygarlığın Huzursuzluğu ‘nun aslında ideal bir tarihsel sürecin sonucunda gelişmediğini, bunun aslında kapitalizmin Huzursuzluğu olduğunu iddia eder. Sonuçta bu çelişkileri çözümü, Huzursuzluğun Huzursuzluğu ile, yani kapitalizmin ötekilerinin isyan koalisyonu ile çözülebilecektir. Bizler Marcuse’un teorik hamlesi ile birlikte, depresyon ve ruhsal bozuklukların tarihsel ve toplumsal yaratılışları ile ilgili bir bakış açısı da kazanırız.
Antikapitalist bir çerçeveye sahip olan Marcuse, bu çerçeveyi bir kaldıraç olarak kullanarak insan doğasını değişmez olarak kabul etmekten kurtulur. Zira Freud da insan doğasının değişebileceğini savunsa da (bu mümkün olmasaydı terapi de imkansız olurdu.), Totem ve Tabu gibi çalışmalarında Uygarlığın şafağındaki bazı olay ya da çatışmaların çok kati şekilde belirlemiş olduğu bir insan doğasını sağaltmaya çalışır. Fakat bu değişebilirlik içinde, yakın tarihin insan doğasına etkileri, örneğin viktoria dönemi ahlakının Freudyen psikolojinin doğuş ve gelişimine etkilerini sorgulamaz Freud.
Marcuse ise insanı hasta edenin sadece Uygarlığın çelişkileri ya da toplumsal çelişkiler olduğunu kabul etmez. Bu çelişkileri belirleyen aynı zamanda çarpık üretim ilişkileridir. Bu durumda iki sonuca ulaşırız: 1) Toplumsal düzen sorgulanmadan ve değiştirilmeden psikolojik tam sağaltım gerçekleşemez. 2) Toplumun psiko sosyal mekanizmaları çözümlenmeden toplumun sağaltılması yani devrim gerçekleşemez.
Huzursuzluğun gündelik semptomları
Marcuse, kapitalizmin uygarlığın nihai ilacını ona veremeyeceğini iddia eder. Ancak Frankfurt okulu üyesi olan Marcuse, işçi sınıfının bilincine ilişkin savaşın büyük oranda kaybedildiğinin de farkındadır. Kapitalizm, emperyalizmin aktardığı zenginlik ile zengin ülkelerde işçi sınıfını rehabilite edip onunla uzlaşır ve meta fetişi ile işçi sınıfına yeni ve yapay değerler sunar. Üstelik kapitalizmin yeni örgütlenme tarzında, işçi sınıfı tek bir kitle oluşturmayacak kadar parçalıdır. Bu yüzden de hem kendi bilinç düzeyinin canlandırılması hem de dışarıdan kitlesel bir bilinç götürülmesi kolay olmayacaktır.
Marcuse bunun yerine, kapitalizmin ötekileştirdiği kesimlerin dayanışmasını önerir. Bu dayanışmanın paydaşları, işçi sınıfının bilinçli kesimleri, ilerici öğrenciler, yaşam tarzı sebebiyle ötekileştirilenler, alt kültür üyeleri, azınlıklar, farklı cinsiyetlerdir. Aslında bu düşünme biçimi, dünyadaki pek çok yeni sol siyasi partinin (Türkiye’de HDP’nin de örneği olduğu gibi) arkasındaki düşünme biçimidir.
Bu örgütlenme tarzının artı ve eksileri farklı bir tartışmanın konusudur. Ancak kurtuluşa ilişkin tek perspektifin siyasal başarı perspektifi olması doğru olmayabilir. Ranciere’in de söylediği gibi, işçi sınıfı genel mücadelesinin yanında, yaşam alanını ve bedensel – ruhsal dünyasını genişletmek için minör mücadeleler de yürütür. Bu mücadeleye de odaklanmakta fayda olabilir.
Sonuç: Huzursuzluktan mücadeleye

Sonuç olarak, Marcuse bize, Freud’un insan ve uygarlık tahayyülünün, belirli bir tarihsel durum ve anlayışa angaje olduğunu gösterir. Bu angajmanı aşıp perspektifimizi genişlettiğimizde, uygarlıkla birey arasındaki çelişkiye ilişkin çok daha doğru bir kavrayışa ulaşabiliriz. Marcuse’un Eros ve Uygarlık kitabında, Freud’un Uygarlığa ilişkin tezlerini yeniden ele almış ve bakış acımızı genişletmiştir.
Ne Marcuse ne de bir başkası bize uygarlıkla birey arasındaki çelişkinin tamamen çözüleceğini vaad edemez. Ancak perspektifimizi geliştirecek olan, çelişkilerin niteliğini ve sebeplerini belirlemektir. Uygarlığın çelişkilerinin bir kısmının kapitalist yapısal özellikler olduğunu kabul etmek, sorunu tespit etmektir çünkü. Ancak bu tespiti yaparak eyleme geçebiliriz. Bunun tersi ise içinde olunan krizlerin değişmez kader olarak görülmesi olacaktır. İnsan ve uygarlığın aklı için en büyük hemizet, bu yenilgiyi koşulsuz kabul etmektir.