Burç inancı bizi neden kötü etkiler?

Burçlar, en eğlenceli ve şirin batıl inançlardan bir tanesi; fakat bu inanç sandığımız kadar masum olmayabilir mi? Gece kanepede uzanmışken ya da biranızı yudumlarken hoşlandığımız kişinin ya da patronumuzun burcunun özelliklerini okumak size nasıl zarar verebilir ki?

Bense tam aksini düşünüyorum: Burç inancı bizi kendimiz ve başkalarıyla ilgili önyargılarla dolduruyor olabilir. Dahası bu düşünme biçimi bizi bir tür kaderciliğe yönlendiriyor. Dinsel olmayan, seküler bir kadercilik ve çilecilik eğilimi olabilir mi burç inancının kökeninde?

Kaderciliğin bir sonucu olarak insanın sorumluluklarından kaçmasında burç inancının etkisi nedir? Korku ve cesaretimizden sığınacağımız sığ sular mı arıyoruz? Dahası burç ve burç uyumu konseptleri ile ilişkilerimizi bile manüpile ediyor olabilir miyiz? Gerçeklerden kaçmak için neden yıldızlara ve mitolojiye ihtiyacımız var?

Burçların kaynakları

Burçlar, insanlığın mitostan henüz logosa geçmediği dönemde, dünyayı anlamlandırmak için kullandığı hikayelerden birisiydi. Peki bu inancın insanlığa katkısı neydi?

Konunun ilk yönü mitolojiktir. Burçlar insanların doğayı anlama ve ona yön verme güçlerinin düşük olduğu dönemlerde, insanlara yaşamın güçlüklerine karşı dirayet veriyordu. Çünkü insanlar, dünyanın akışı ile kendi yaşamları arasında çeşitli ilişkilerin var olduğunu anlamışlardı. Bu ilişkiyi açıklayamadıkları noktalarda, onu mitosla kabullenmeyi seçmişlerdi.

Bu dönemlerde insanlar doğanın döngülerini takip edebilmek için gökyüzüne bakıyor ve basit takvimler geliştiriyorlardı. Bu takvimler yaşam ve beslenme için çok kritikti. Belki de burçların kökeni ilk kez bu araştırmalar sırasında, gözlenen takımyıldızlar ile birlikte ortaya çıkmıştı.

Gökyüzünden türetilen hikayelerin, insanın karekteri ve kaderine etki etmesi fikri bu dönemde ortaya çıkmış olmalı. İnsanların makrokozmos ve mikrokozmos ilişkisine dair soruları da bu hikayeyi beslemiş olabilirdi. Takımyıldızlara yazılan hikayeler, giderek tanrılarla insanlar arasındaki ilişkilenmeye örülmüş, günümüze ulaştıklarında ise tanrılardan çok hoşlandığımız kız ya da erkeğe atfedilmeye başlanmıştı. Ama hikaye bu kadar basit miydi?

Burçlar ne işimize yarıyor?

Günümüzde burçların ne işe yaradığı sorusu ise daha belirsiz. İnsanlık olarak dünyanın mitolojik açıklamasını terk etmedik mi? Hikayeleri geride bırakmayacak mıyız?

İlk sorunun cevabı olumlu olsa da, ikinciye olumlu cevap vermek güç görünüyor. Çünkü insan türü olarak hikayelere sandığımızdan daha çok ihtiyacımız olabilir. İnsan beyninin evriminde dedikodu ve hikayenin rolünü evrimsel psikolojiden öğreniyoruz. Yani hikayeler, bizi biz yapan en önemli yonlerimizden birisi olabilir. İnsana homo-narrans yani hikaye anlatan hayvan ismi bu yüzden verilir.

Üstelik bugün biz Hobbes’un bahsettiği doğal durumda yaşamasak da, hala uygarlığın ve ekonomik makinenin tehdit ve sınırlamaları altında yaşıyoruz. Öyleyse pekala bugün hala hem kendimize, hem topluma dayanabilmek için hikayelere ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse hangi hikayenin evla olduğu, hangi hikayenin ne tür tehlikeler içerdiği üzerine düşünmek gerekli görünüyor.

Ben kendi adıma, kültürel anlamda göreliliğe inandığımdan, hikayeleri yok saymak ya da onlara direnmektense onları ameliyat masasına yatırmayı daha sağlıklı görüyorum. Böylece hikayelerin hem duygusal hem de psiko-politik yönleri ortaya koyulabilir. İnsanlar olarak en sevdiğimiz ve saplantılı hikayelerimizden, ancak bu hikayeleri besleyen karanlığı anlayarak kurtulabiliriz.

Uygarlığın ilerlemesi, miti köreltir ama aynı zamanda ussal düşünceyi de mitoloji durumuna getirebilir.

Tek Boyutlu İnsan, Herber Marcuse, s.247

Burçlar ve karekterin kadere dönüşmesi

Burç inancı, tüm insanların doğum anındaki yıldız haritasına göre belli özellikler kazandıkları fikrine dayanır. Bu özellikler kişiye bir kader çizer mi, bu belirsiz olsa da, kaderin yollarını kabaca belirler görünür.

Herakleitos kişinin karekteri kaderidir derken, bu durumu mu kast etmişti? Ben bunun tam tersini kast ettiğini düşünüyorum. Karekter kaderi belirler, ama bundan önce karekteri belirleyen şey eylemlerimiz ve kararlarımızdır. Yani kendimizi nasıl inşaa ettiğimizdir.

Evet hepimiz çevresel, genetik, kültürel bir çevren içinde ergenliğe ulaşırız. Fakat yetişkin olduktan sonra yapacağımız seçimler ve bunların sorumlulukları bize aittir. Dahası insanı seçimler yapan ideal özneler olarak ideal özneler olarak ele almak bile doğru değil: Bu özneleri kendisi haline getiren daha önce yaptıkları seçimler değil mi? Burdan hareketle insan olmanın seçim yapmak olduğu bile söylenebilir.

Fakat burç inancı, çok başka bir düşünce biçimini cesaretlendiriyor bence. Yıldızların belirlediği karekter patikaları, kişiye seçilmiş ve kabullenilmiş yaşamlar sunabiliyor. Hatta bu kader yollarını değiştirmek için, tercihlerimizi değiştirmek ve çalışmak yerine, evrene mesaj göndermek ya da burcumuza uygun taşları yakınımızda tutmak bile önerilebiliyor. Oysa Gülten Akın’ın söylediği gibi, ‘İnsan sorumluluktur.’

Dünyanın içine bırakılmış durumdayım; ama bu, suyun üstünde yüzen tahta parçası gibi düşman bir evrenin içinde terk edilmiş ve edilgin olarak kalacağım anlamına gelmez. Bu, tersine, kendimi aniden tek başıma ve yardımsız olarak olanca sorumluluğunu taşıdığım bir dünyanın içinde angaje olmuş bir halde bulmam demektir ve beni ne yaparsam yapayım, bir an için bile olsa, kendimi bu sorumluluktan kopartamam, çünkü sorumluluklardan kaçma arzumdan bile sorumluyum.

Varlık ve Hiçlik, J. P. Sartre, s.654-655

Burçlar ve romantik aşk yanılsaması

Burçlar sevdiğimiz insanla uyumumuza ya da ilişkimizin gelişimine ilişkin bir dolu anlatı sunuyor bize. Bu anlatı duygusal salvolarımızda bize destek de oluyor elbette. Kim hoşlandığı kişinin burcunu öğrenince heyecanlanmaz ki?

Ama burçların ilişkilere dair anlatısı bazı tehlikeler barındırıyor olabilir. Bunlardan ilki burçların romantik ideal çift yanılsamasını beslemesidir. Peki burada tehlikeli olan nedir? Ruh eşini aramak neden tehlikeli olsun ki?

Bunun için aşk konseptimiz üzerine düşünmeliyiz. Aşk ve sevgi kime yönelir? Sevdiği kişiyi ruh eşi olarak hazır mı bulur kişi? Yoksa bir ilişki boyunca bir seven ve sevilen olarak kendilerini ve ilişkilerini mi inşa eder? Aşk mükemmel bir rastlantı mıdır yoksa emek midir? (Ya da bunların her ikisi birden mi?)

Sponville, Cinsellik, Aşk ve Ölüm kitabında, saplantılı ve romantik aşkın Platoncu ideale ve tutkulu aşk idealine dayandığını söyler. Bu aşk anlayışı Platoncu dilde, ‘ele geçirmenin sizi tatmin edeceğini sandığınız ama etmeyecek birine büyük bir tutku duymak ve onun çılgınca yokluğunun farkına varmaktır.’ (s.51) Bu modele göre, tutkulu aşk asla tam tatmine ulaşamayacağından, hüsranla sonlanmak zorundadır. (Platon’un bu hüsran için önerisi, tutkuyu felsefeye yönlendirmektir.)

Fakat Eros yani tutkulu aşk modeli, tek ilişki modelimiz değil. Sponville ilişkilerle ilgili ufuk açıcı kitabında, Eros yerine Philia’yı yani sevme sevincini önerir. Bu öneri, Spinozacı aşk ve sevgi modelinden çıkacaktır. Yazar, her heyecanlı ilişkinin aşkla başladığını, mutlu aşk olmadığı gibi aşksız mutluluğun da olamayacağını, ancak tutkulu aşkla başlayan ilişkinin, başka bir aşk modeliyle tamamlanması gerektiğini söyler.

Spinozacı modele göre, ilişki birbirinin güçlerini ve sevinçlerini arttıran iki öznenin bir kompozisyon ve çapraşıklık oluşturmasıdır. Sevinci artan iki kişi, birbirinin gelişimine yön verecek ve birbirlerini değiştireceklerdir. İşte böyle bir sevinme sürecini aşk olarak ele almak gerekir.

Platon’daysanız, bir başka deyişle kelimenin gerçek anlamıyla aşıksanız, ”seni seviyorum” demek ”senden yoksunum”, Beatles’ın şarkısındaki gibi ”I need you” dır. Dolayısıyla bir şey talep etmektir, hatta birini istemek söz konusu olduğuna göre her şeyi istemektir. Bu nedenle aşk ilanlarımız bazen öteki için son derece bunaltıcı, kaldırması son derece güç olabiliyor. Oysa (Spinozacı) ”Var olduğun fikri beni mutlu ediyor” demek, hiçbir şey talep etmemektir, bir sevinci göstermektir. Talep etmek değil, teşekkür etmektir. Sahiplenicilik değil, minnettarlıktır.

Cinsellik, Aşk ve Ölüm, Andre Comte-Sponville, s.76

İki kişinin birbirinde ruh eşlerini ve en yüksek tutkuyu aradıkları aşk – ilişki modeli ise bunun tam tersidir ve toksiktir. Çünkü bu model, öznelerin hazlarını tatmin etmelerine dayanır. Ruh eşim, bana en çok haz veren, beni en çok konfor alanında hissettiren, en çok mutlu eden kişi midir? Bunları kabul edecek kadar soğukkanlı olsak bile, bu kişi nasıl bu payeyi kazanmıştır? Birisi olarak mı, yoksa bize göre birisi olarak mı?

Kendisi olmadığı ve kendiliğini geliştirmediği bir ilişkide, ruh eşleri bile ne kadar uzun süre mutlu kalabilir? Bu olsa olsa saplantılı bir ilişki olabilir. Bu durum da psikolojik – duygusal fay hatlarımızla ilişkilidir. Ama emek vermediğimiz saplantılı bir ilişki bile ne kadar devam edecektir ki?

Ben kendi adıma, burçların sunduğu aşk ve ilişki modelinin, toksik ideal aşk motifine dayandığını düşünüyorum. Bu motifin güçlenmesinin belirttiğim sebeplerle tehlikeli olabileceğini sanıyorum.

Burçlar ve önyargı

Burçların yarattığı en önemli tehlikelerden birisi, insanlara karşı önyargılarımızı desteklemesi. Peki bu süreç nasıl gelişiyor? Ve neden tehlikeli?

Burçların insanları 12 farklı enerjiye ayırdığını biliyoruz. Bu nitelikler farklı ama tanımlı karşılaşmalara yol açıyor anlatıya göre. Burcunuzun uyumlu ve uyumsuz olduğu karşılaşmaları internette okumuş olabilirsiniz.

Bu karşılaşma modelinin, insanların önyargıların ötesinde karşılaşmalarını engellediğini düşünüyorum. Her karşılaşmanın birinciliğini bozan bir iletişim modeli sunuyor bence burçlar. Bunun bir konfor sunduğu iddia edilebilir belki. Peki ya bu önyargılar yeni olanın ve öngörülmez olanın önüne geçiyorsa?

İddiamız makul görünüyor. Fakat bu iddianın asıl gücü, öteki ile karşılaşma fenomeninin yaşam için öneminden geliyor.

Asıl önemli olan nokta şu: Kişinin öteki ile karşılaşması bir konforsuzluk değil, bir zorunluluktur. Çünkü kişiyi kendisi yapan, tam da bu öngörülemez karşılaşmalar ve yeninin dokunuşudur. Rimbaud boşuna “Ben bir başkadır.” demişti. Öteki ile karşılaşmak, insan olmak için bir fayda kaynağı değil bir zorunluluktur.

Bizler genellikle benzerler ile benzerlerin iyi anlaştığı ve birlikte çalışabildiği kanısı içindeyiz ama ötekinin getirdiği heyecanı da biliriz. Yeni olan, tüm dizgeyi sarsar ve yeniden kurar çünkü. Ama konfor alanından çıkmayı her zaman kolaylıkla seçemeyiz. İşte burç anlatısının bu konfor alanının bir barikatı olduğunu düşünüyorum.

Ki burada sorun, sadece burçlarla da ilgili değil. İnsan için yeni ve öteki ile karşılaşmak, her zaman için bir sorundur. Çünkü insan, Herakleitos’un söylediği gibi beklenmedik olanı beklemedikçe onu bulamaz. Ve içinde olduğu labirentin duvarlarını kalınlaştırmaya devam eder. Bu noktada burç inancının da bu ateşe odun taşıdığını düşünsem de, onun tek suçlu olduğunu söylemek kolay değil.

Öncelikle şunu sormalıyız kendimize: Kendi kafamızı öteki ya da bizzat kendimizle ilgili önyargılarla doldurmanın ne faydası var? Tüm bu önyargıları cebimizde taşırken, yeni bir insanla nasıl karşılaşabiliriz ve ötekinin dokunuşuna nasıl açık olabiliriz?

Ve şunu hatırlamalıyız: Merak ve hayret duygulanışları insanlık için her zaman önemliydi. İnsanlar şaşırdıklarında yeni fikirler buldular, yeni kültürler ile tanıştıklarında kendi önyargı ve öğretilmişliklerini sorguladılar. Ve yaratma cesaretini en çok kırılgan oldukları, dışarıya karşı açık oldukları noktalarda buldular.

Aristoteles, tam da bu yüzden felsefenin hayretle başladığını söyler. Bertrand Russell, felsefe tarihinde Yunanlılar’ın ticaret yapan ve farklı dünyalar ve kültürleri keşfeden bir toplum oldukları için, demokrasi ve felsefeyi geliştirebildiklerini iddia eder. Çünkü öteki kültürler ile karşılaşma, kültürel taassubu azaltmış ve rasyonaliteyi güçlendirmişti.

Husserl ise Russel ile benzer şekilde, Avrupalılığın temelinde olan felsefeyi Yunanlılar’ın bulmalarının bir tesadüf olmadığını söyler. Yunanlılar, yabancı ile karşılaştıktan, yani Ev-dünya’nın dışına çıktıktan sonra dünyayı gerçekten anlamaya ve onu değiştirmeye başlamışlardı bu iddiaya göre.

Böyleyece görüyoruz ki, öteki ve onun dünyası ile karşılaşmak, sadece insan olmanın değil, kültür ve Uygarlığın bile merkezinde. Tam da bu sebeplerle, burç inancının hem kişileri hem de kültür ve toplumumuzu olumsuz olarak etkilediği iddia edilebilir bence.

Sonuç: Burçlar tehlikeli mi?

Bu yazıda, burç inancına ilişkin bazı tehlikeleri ortaya koyduk: Burçların kadercilik fikrini güçlendirmesi, romantik saplantılı aşk modelini desteklemesi ve önyargılarımızı güçlendirmesi gibi olumsuz etkileri olabileceğini söyledik. Ben bu üç fay hattında da burçların bir şekilde etkili olduklarını düşünüyorum. Fakat fay hatlarının burç inancından daha geniş olduğu da muhakkak.

Burçları neden bu kadar çok seviyoruz? Burası kesin değil. Bildiğimiz, burçlarla ilgili videoların ve içeriklerin, çokça tüketilmeye devam ettiği. Belki giderek yalnızlaştığımız bir dünyada hala hikayelere dayanma ihtiyacımızı gideriyoruz bu dogmayla. Ya da giderek acımasızlaşan ve kapitalistleşen bir dünyada kozmik bir dengenin ya da karmanın galip gelmesini istiyoruz.

Hikayelerden korkmamalıyız. Ama bu korkusuzluk, onların gözünün içine ve kendi gözlerimizin içine bakmayı da kapsar. Ancak bu şekilde ”Hızla gelişecek kalbimiz.” (Turgut Uyar) Tam da bu yüzden burçlar üzerine kapsamlı ve akılcı bir şekilde düşünmenin faydalı olacağını düşünüyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: