Freud dini neden ve nasıl şeytanlaştırır? Onun için din neden uygarlığın aşılması gereken bir semptomudur? Freud’un din eleştirisinin dayanakları, güçlü ve zayıf yanları nelerdir?
Bu çalışmanın amacı, Freud’un ortaya koymuş olduğu din eleştirisinin, onun insan ve kültür kuramı bağlamında eleştirel bir gözle incelenmesidir. Yazının temel hipotezi, Freud’un geliştirdiği din eleştirisinin temel argümanlarının problemli olduğu ve bu problemli yapının, düşünürün İnsan’ı nesneleştirmesinden ve O’nu bütünlüğü içerisinde kavrayamamasından kaynaklandığıdır.
Freudyen din eleştirisinin temelleri
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu‘na, dinsel duyguyu yanılsama olarak değil, ‘sonsuzluk’ hissi ile karşılayan isimsiz bir dostunu eleştirerek başlar. (S. Freud, Civilization and Its Discontents, s.11) Freud’un bu iddialı girişinden, onun Uygarlık’a getirdiği kritik ile var olan değerlerin, kavramların ve kurumların kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesini hedeflediği çıkarılabilir. Freud’un kültür kuramının, entelektüel dünyaya yapılmış önemli bir katkı olduğu su götürmez bir gerçektir.
Freud çalışmasını, insanın her yönü ile araştırma konusu kılındığı bir dönemde geliştirir. Bu dönemde Darwin evrim kuramını ortaya koymuş, antropoloji kültürlerin gelişimine ilişkin verileri düzenlemeye başlamış, biyoloji ile psikoloji birlikte ele alınmaya başlanmıştır. Bir fizyolog olan Freud, insan zihnine ilişkin keşfini işte bu ortamda geliştirir.
Freud, hastaları üzerinde yaptığı çalışmalarda, zihinlerinin bilinçli kısmının, bütünün sadece küçük bir kısmı olduğunu gözlemler. Freud’a göre, ”insanların doğduktan itibaren maruz kaldıkları toplumsal baskı, bazı arzuların bilinçdışına bastırılmasına sebep olur ve bu bilinçdışı arzular da kendilerini dil sürçmesi, hatalı hareketler, rüyalar ve nevrozlarda simgesel bir şekilde gösterir ve tatmin yolları arar.” (S. M. Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 40) Düşünce tarihinde sezgi olarak var olan bu tabloya ilişkin en yetkin modellemeyi ise Freud, yapısal ve topografik zihin şablonları ile geliştirir.
Topografik model; farkındalığımıza denk düşen bilinçlilik, farkında olmadığımız otomatik hareketlerimizi, fikir çağrışımlarını, algılarımızı içeren bilinçaltı ve toplum tarafından kabul edilmeyen arzuların bastırılması ve tamamen bilinç alanı dışında tutulmasına denk düşen bilinçdışı‘ndan (S. M. Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, s. 40) müteşekkildir. Yapısal modele göre ise, insanın psişik aygıtı üç temel işleve göre tanzim edilebilir : Bunlardan ilk olan İd, haz ilkesine göre işler ve insanın hayvani – içgüdüsel yönüne denk düşerken (C. Güleç, Protezli Tanrı, 105), Ego dış dünyaya uyumun sağlanması içsel dengenin sağlanması işlevini yürütür (C. Güleç, Protezli Tanrı, 105), Süper-Ego ise bilinçli bir vicdandır (C. Güleç, Protezli Tanrı, 117), Ego’nun üzerinde bir denetleyicidir ve Ego’nun dış dünyaya dönük bölümüdür.
Freud’a göre, insanın psişik aygıtı kompleks ancak bu modellemeler ışığında incelenebilirdir. İnsan, zihninin bu katmanlı dinamik yapısı, iki temel güdünün etkisi altında devinir : ”Cinsel kökenli içgüdüler (Eros) ve insanın yıkıcı ve saldırgan eğilimlerinin kökeninde yer alan ölüm içgüdüsü (Tantalos).” 3 Bu içgüdülerin belirli oranda bastırıldığı, belirli oranda ise tatmin edildiği bir Libido ekonomisi, hem sağlıklı bireyin gelişim çizgisidir; hem de psikanalizin hasta bireyleri ilerletmek istediği yoldur.
Freud’un Uygarlık üzerine yürüttüğü kritik, insan zihni üzerine yaptığı çalışmaların üzerine bina olur. Freud, insan ile Uygarlık arasındaki ilişkiyi, özellikle ona yön veren iki temel iç-güdü ve Libido ekonomisi bağlamında ele alacaktır. Ancak Freud’un kültür kuramının ve din eleştirisinin besleneceği bir kaynak daha bulunur : Totem ve Tabu isimli eserinde öne sürdüğü antropoloji kaynaklı görüşleri.
Totem ve Tabu, ilkel toplum ve kültüre; insanın sahip olduğu birtakım içgüdülerin ve bu içgüdülere karşı duyulan korkunun nasıl şekil vermiş olduğunu inceler. Totem, ‘ensest’ den duyulan korkunun toplumsal yapıya kazandırmış olduğu bir araçtır, Tabu ise arkaik toplumsal nevrozların bir nesne, eylem ya da duruma kazandırmış olduğu olağanüstü ‘kutsal’ etki gücüdür. Freud, ilkel insanın günümüz insanının da içerisinde olduğu gelişim çizgisinin sadece daha ilkel bir aşamasına denk düştüğünü ve ilkel insanla nevrozlular arasında bir paralellik bulunabileceğini iddia eder. (S. Freud, Totem ve Tabu, s. 1)
Totem ve Tabu‘da ilham verici olan düşünce, bu çalışmanın kapsamının günümüz Uygarlığı’nı da içine alabilecek şekilde geliştirilebilir olmasıdır. Freud, bu düşünceyi son noktasına, ‘Uygarlığın Huzursuzluğu‘ isimli eseri ile götürecektir.

Freud’da uygarlık kavramı
Freud, İnsan’ın Uygarlık ile ilişkisini incelemeye, insanın amacını ortaya koyarak başlar : Freud’a göre yaşamın amacını belirleyen ve insanın ruhsal yönünü yönlendiren ana ilk haz ilkesinin programıdır. (S. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 17) Ancak bu hedef, insanın doğası gereği ulaşılamazdır, zira mutluluklar kısa süreli, mutsuzluklar ise süreklidir. Ayrıca insan hem içsel, hem dışsal, hem de toplumsal belirsizlikler ve tehlikeler ile çevrilidir.
Bu durumda insanın mutsuzluktan nasıl kaçabileceği ve mutluluğa hangi yöntemlerle yönelebileceği önem kazanmaktadır. Freud’a göre bu yöntemlerden bazıları şunlardır : Kimyasal uyuşturucular, içgüdüleri bastırmak ve dünyadan çekilmek, libidonun yön değiştirmesi ile sanata ve bilime yönelmek, dinsel yaşam.
Freud Uygarlık’ı geniş anlamı ile kullanır, bu kavram insanın tüm üretimlerinin tamamı ve çeşitli tarzları ile süreçleridir. Uygarlık, doğa karşısındaki yetersizliği ve kendi türü karşısındaki korkusu sebebiyle kurduğu bir birlik ve bu birliğin ilkelerinin toplamıdır. Uygarlığın belirleyici adımı, bireyin gücünün yerine toplumun geçirilmesidir. (S. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 53) Freud’a göre insan ile Uygarlık arasında çıkarları açısında bir çatışma ve ikisinin de çıkarına olmak üzere bir kısıtlama durumu vardır.
İnsan ile Uygarlık arasındaki bu çatışmalı durumun kaynağı nedir ? Freud’un İnsan tasavvurunun iki temel güdünün, ölüm ve yaşam / cinsellik içgüdülerinin sürekli akışına dayandığına önceki bölümde işaret edilmişti. Bu durum, Uygarlık’ın insanın saldırgan içgüdülerini onun yararına olmak üzere sürekli bastırması şeklinde gelişir.
Uygarlık, insanların saldırganlık içgüdülerine set çekerek, bunların dışavurumlarını karşıt ruhsal tepkiler kurma yoluyla düşük düzeyde tutmak için elinden gelen ne varsa seferber etmek zorundadır.
S. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 69
Uygarlık ile insan arasındaki çelişkinin en dikkate değer yönü, bu ilişkinin giriftliğidir. Zira Uygarlık, insanın onun bastırdığı içgüdülerini telafi edecek araçları da bireye verir. Bu araçların en önemlisi ise Vicdandır. Freud’a göre suçluluk duygusu Uygarlık’ın en önemli sorunu ve Uygarlık’ın gelişmesinin bedelidir. (S. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 91) Ancak bu bedel, bir sonuç daha doğuracaktır : Mutluluğun azalması.
Freud’un ortaya koyduğu şekliyle birey ve Uygarlık’ın uzlaşmaz bir karşıtlık içerisinde olduğu görülüyor. Bu karşıtlık, insanın haz ilkesini takip eden biyolojik bir varlık olarak ele alınmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu programın Uygarlık sebebiyle hedefine ulaşamaması ise, insan olmanın çözülemez bazı yapısal sorunları bünyesinde barındırdığını ortaya koyuyor.
Yanılsama olarak din
Freud’un din eleştirisinin en önemli argümanları, ‘Bir Yanılsama’nın Geleceği‘ isimli eserinde yer alır. Freud bu eserinde, dinin bir yanılsama olduğunu iddia eder ve insanlığa yararından çok zararı olduğunu iddia ettiği bu yanılsamanın aşılması gerektiğini öner sürer. Düşünürün önerisinin anlaşılabilmesi için, öncelikle ‘Yanılsama’ kavramı üzerinde durulacaktır.
Yanılsama kavramına fenomenolojik bir çözümleme uygularsak, onun bir nesnesi bir de nasıllığı olduğunu görürüz. Tartışmamız bağlamında bu nesne, kabaca söylersek dinsel düşünce ve doktirinler ile bunların nitelikleridir. Bu çalışmada öncelikle yanılsamanın kendisi ve kaynakları incelenecek; bunun ardından ise yanılsamanın içeriğinin ve konusunun neden zararlı olduğu ortaya koyulacaktır.
Yanılsama eyleminin kendisi özel bir karekter taşır. Freud’a göre yanılsamanın niteleyicisi, insan arzusundan kaynaklanmasıdır. (S. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 34) Burada işaret edilen, yanılsamanın insanın belirli ve güçlü bir ihtiyacı neticesinde ortaya çıkması, bu anlamda hata / yanlışlık gibi eylemlerden ayrılmasıdır. Konu bağlamında Freud, dinin insanın kültürel gelişimi bakımından ihtiyaç duyduğu psikolojik – sosyal bir mekanizma olduğunu iddia eder.
Freud, dinin üç önemli kaynağı olduğunu söyler :
Tanrılar üçlü görevlerini korumaya devam ettiler : Doğanın dehşetini giderdiler; insanı, özellikle ölüm konusunda olduğu gibi Kader’in zulmüne alıştırdılar ve Uygar bir yaşamın onlara ortaklaşa kabul ettirdiği acı ve yoksunluklar için bir telafi sağladılar.’
S. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 18
Freud’a göre, dinsel düşüncelerin ve Tanrı fikrinin kolaylıkla rağbet görmesisinin en önemli sebebi, her insanın sahip olduğu çocukluk travmasıdır. Hepimiz doğa, Kader ya da Uygarlık karşısında zaman zaman kendimizi çaresiz hissederiz. Ancak bu his, aynı zamanda çocuklukta babaya karşı duyulan korku ve özlem gibi kökensel bir mekanizma ile de paralellik taşır. Freud’a göre Tanrı, yüceltilmiş babadır ve babaya duyulan özlem din gereksiniminin kökenini oluşturur. (S. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 23)
Bu bağlamda, dinin toplumsal – kültürel işlev ve kaynaklarının yanında, bireyin kişisel tarihçesi içerisinde de ciddi bir kaynağı olduğu iddia edilmektedir.
Freud’un dine getirdiği temel eleştiri, dinin bir ilüzyon olduğu ve kaynaklarının bireysel nevrozlarımız ile toplumsal nevrozlarımız olduğudur. Düşünüre göre bu mekanizmalar tarihsel gereklilikleri ve işlevleri gereği saygımızı hak etseler dahi (S. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 49), günümüzde işlevlerini tamamladıklarından ve yararlı değil zararlı olduklarından (bu konu üzerinde bir sonraki bölümde durulacak) aşılmalıdırlar.

Freud’un din eleştirisine itirazlar
Freud’un din eleştirisine yapılabilecek ilk itiraz, düşünürün dinin kaynaklarına ilişkin tespitidir. Bu kaynaklar arasında insanın anlamlandırmı ihtiyacı anılmaz, oysa bu ihtiyaç insan olmanın en temel yetilerinden olduğu gibi; sadece dinin değil, felsefe ve bilimin de kaynağındaki merak duygusu ile de ilişkilidir. Öte yandan dinin en önemli kaynaklarından birisinin bu olduğunu deneyimimiz gereği biliyoruz.
Freud insanın anlamlandırma ihtiyacı ile din bağlamındaki ilişkisini, bir çocukluk hastalığı olarak ele alır. Bu ihtiyaç ilkel insanlara atfedilir : Freud’a göre bu mağara adamları dünyayı tanımadıkları ve doğa karşısında aciz kaldıkları için Tanrı’ları icat etmişlerdir. Bu tespit yapılırken dayanılan, antrolojiye atfedilen bir ilkel dünya kurgusudur. Freud, bu kurguya dayanarak insanların artık çocuk olmadıklarını ve soru işaretlerini ancak bilimin giderebileceğini iddia eder. (S. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 35)
Dinin, insanlığın şafağında buna benzer işlevler ile ilişkili olması muhtemeldir. Ancak ilkel insanı ve günümüz insanını birbirine bağlayan, insana içkin ve onda kaygı ya da muhtelif duygular ile birlikte açığa çıkan bir ihtiyaç olması da aynı şekilde muhtemeldir. İnsanın anlamlandırma yeteneği ve anlama açıklığı, 20. yüzyıl felsefesinin en önemli konularından birisi olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Varoluşçuluk ve hermeneutik düşünceye göre, insan anlam ile ilişkisi ihmal edilerek kavranılabilir bir canlı değildir.
O halde Freud’un dinin kaynaklarına ilişkin tespitlerini topyekün red mi etmeliyiz ? Böyle bir tavır ne bilimsel ne de etiktir. Peki bu eleştirileri, insanın anlamlandırma ihtiyacı ile birlitke ele almanın bir yolu yok mudur ?
Fransız felsefeci Bergson, ‘Dinin ve Ahlakın İki Kaynağı’ isimli çalışmasında bu soruya cevap arar. Bergson, adı geçen eserinde, dinin bir yönüyle (statik din) insanı hayata ve bireyi topluma bağlayan bir masallar bütünü olduğunu söyler. (H. Bergson, The Two Sources of Religion and Morality, s. 211) Ancak Bergson’a göre dinin başka bir kaynağı ve başka bir tezahürü (dinamik din) daha mevcuttur :
Şeylerin ya da dünyadaki tezahürlerin nedeni olan aşkınsal bir prensibin var olup olmadığını soracak kadar soylu ve güçlü bir ruh, asla bundan geri kalmaz.
H. Bergson, The Two Sources of Religion and Morality, s. 212
Bergson, dinin toplumsal – tarihsel işlevlerinin yanında insana içkin ve onda aşkınlığın imkanı olan bir kaynağa da dayandığını iddia eder. Bergson’un bu çözümü ile, Freudyen eleştirinin din için yıkıcı olmaktan çıkarılması mümkündür, zira dinin dayandığı bu ikinci kaynak psikoloji bilimi aracılığı ile incelenebilir değildir.
Kierkegaard, din üzerine geliştirdiği katmanlı düşünüm sebebiyle, konu bağlamında Bergson ile benzer bir konum alır. Kierkegaard’a göre öte dünyacı, pragmatist bir iman ile İbrahim’in Yaşam’a imanı (S. Kierkegaard, Korku ve Titreme, s. 67) arasında çok büyük bir değer farkı vardır. Lear, Kierkegaard’ın gündelik dinsel pratiğin bir illüzyon olduğu iddiasına katılacağını, ancak bu farkındalığın daha yüksek bir dinsel deneyimin hazırlayıcısı olduğunu buna ekleyeceğini belirtiyor. (J. Lear, Freud, s. 210)
Bu bölümde Freud’un dinin kaynaklarına ilişkin tespit ve eleştirisi ortaya koyuldu ve kritik olarak değerlendirildi. İtiraz edilen temel nokta, Freud’un dinin kaynaklarından olan anlamlandırma ihtiyacını yok saymasıdır. Freud bu hamle ile, dini arkaik ve işlevlerinin çoğunu kaybetmiş, fazla maliyetli bir mekanizma olarak ele alabilmektedir. Ancak hamlesinin insanı ve onun dinsel pratiğini / yönünü eksik kavraması gibi bir sonucu da doğal olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında bunun tam tersi de söylenebilir, psikoloji bilimini kullanan Freud insanı bütünlük içerisinde kavrayamadığından dinsel pratiği değersiz görebilmektedir.
Dinin özgürlük ve akılla ilişkisi
Freud’un dine getirdiği ikinci önemli eleştiri, dinin eleştirel düşünce ve akıl gelişimini olumsuz yönde etkilediğidir. Dinin bir illüzyon ve toplumsal bir çocukluk nevrozu olduğunu iddia eden düşünür, sadece yanılsamanın kendisinin tehlikesine işaret etmez. Din, Freud’a göre sadece kaynakları sebebiyle değil, aynı zamanda insan ve toplum üzerindeki etkileri sebebiyle de tehlikelidir.
Freud dinsel düşüncelere neden inanmamız gerektiğini sorgular ve bu konuda mantıklı bir açıklama yapılamayacağını söyler. Freud, din için mantıklı bir açıklama olamayacağını, ne geçmişin ne de bilimin bu yönde kanıtlar sunamadığını söyler ve bu yüzden tamamen reddedilmesini salık verir. Din, öylesine kuşkulu bir zeminde yer almaktadır ki, altında yatan temelsizliğin farkına varılmaması için kendisine yönelik kuşkuyu yasaklamıştır. (S. Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 28) Din, eleştirel düşüncenin engellenmesine, böylelikle de zekanın köreltilmesine yol açar. (E. Fromm, Psikanaliz ve Din, s. 28) Din – Bilim çatışmasının insanlık tarihindeki muhtelif örnekleri de bu görüşü desteklemektedir.
Freud’a göre insan zekasını yıldırmayı amaçlayan ‘dinin tekniği, yaşamın değerinin azaltılıp gerçek dünyanın görüntüsünü belirsizleştirmektir.’ (S. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s.26) Dinin yaşamın değersizleştirmesi olarak ele alınması, Niçe’nin din eleştirisi ile paralellik göstermektedir.
Freud’un iddiası, onun çalışmasının felsefi bütünlüğü içerisinde değerlendirilmelidir: Bireyin gizli kalmış yönlerinin farkına varması, gerçekle yüzleşmesi ve tam / sağlıklı bir insan olmasını hedefleyen filozofun dine karşı çıkması anlaşılırdır. Dini kurumların insanlık tarihindeki tezahürlerinin özgürlük karşıtı etkileri, Freud’un insanın özgürleşmesi hedefi ile çelişir. İkinci çelişki ise, insanın özgürlüğü ile dinin kuşkuyu askıya alan yaklaşımı arasındadır.
Bu eleştirilerden ilki, dinin toplumsal – tarihsel belirleniminin ele alınmasını gerektirir. Freud’un işaret ettiği gibi, tarihin belirli dönemlerinde dinsel kurumlar akıl ve özgürlük ile çelişmiştir. Bu çelişki dinin kendisinden mi kaynaklanmaktadır yoksa dinin de temelinde yer alan toplumsal – ekonomik çatışmaların etkisi ile mi gerçekleşmiştir ?
Freud’un kokuşmuş, çürümüş olarak gördüğü günümüz ahlakını tek nedeni Hristiyanlık mı, yoksa Marx’ın büyük bir isabetle işaret ettiği burjuva ideolojisi ve kapitalist üretim tarzı mıdır ?
C. Güleç, Protezli Tanrı, s. 223
Bu bağlamda Marx’ın din eleştirisi dikkate değerdir. Marx, dinin ezilen insanın içli ezgisi ve afyonu olduğunu, dine karşı savaşım vermenin dolaylı olarak dinin tinsel aromasını oluşturduğu dünyaya karşı savaşım vermek manasına geleceğine işaret eder. (K. Marx, Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s. 192) Marx’a göre öncelikle mücadele edilmesi din değil, dinin varlık sebebi olan eşitsizlik ve karşıtlıklardır.
Marx’ın tespiti bağlamında Freud’un eleştirisinin bir belirsizlik taşıdığı ortadadır. Zira özgürlük ve aklın karşısındaki kaynak din değil ise, din ile mücadele edilmesi insanın özgürleşmesi ile sonuçlanmayabilir. Dinin iktidar ile ilişki içerisine girmiş tezahürlerinin asıl kaynakları ile mücadele edilmedikçe, üst yapı düzeyindeki bir mücadele ne ölçüde sağlıklıdır ? 20. yüzyılda marksistlerin psikolojiyi temel bir araştırma alanı seçmelerinin özgürleşmenin bu iki yönlü doğasından, hem insan ölçeğindeki hem de toplum ölçeğindeki tezahürlerinin farklılığından kaynaklandığı iddia edilebilir.
Dinin doğasının özgürlük ve eleştirel düşünceye karşıt olduğu yönündeki Freudyen iddiaya karşı, dinin tüm hallerinin bu özellikleri taşıyıp taşımadığı sorusu ile karşılık verilebilir. Zira Freud’un eleştirisi büyük oranda Batı deneyimine ve Yahudi – Hristiyan dinine dayanmaktadır.
Fromm, Psikanaliz ve Din isimli çalışmasında Freud’un eleştirisinin hümaniter olmayan, otoriter ve mazoşist dinlere ve dinsel yaklaşımlara yönelik olduğuna işaret eder. Hümaniter dinler ise insanın güçlerinin ve aklının nasıl geliştirilebileceğini araştırır :
Dünya ile olan ilişkisini düşünce ve sevgi üzerine kuran bir kişi, kendini tüm evrenle birlik olmuş gibi hisseder. Hümaniter bir dinde insanın çabası, güçlerini kullanmak yönünde yoğunlaşır.
E. Fromm, Psikanaliz ve Din, s. 57
Fromm hümaniter dinlere örnek olarak tek tanrılı olmayan dinleri verse de, tek tanrılı dinlerdeki bazı yaklaşımların da (Hristiyan Gnostikleri ya da İslam Tasavvufu’nda çeşitli akımlar) yukarıda belirtilen özellikleri taşıdığı iddia edilebilir. Fromm’a göre asıl çelişki, Tanrı inancı ile Tanrıtanımazlık arasında değil; hümaniter – dinsel bir davranış biçimi ile puta tapıcılığa benzeyen, sözde dinselcilik arasında yatar. (E. Fromm, Psikanaliz ve Din, s. 147) Hümaniter din, Freud’un dinin tekniği olarak adlandırdığu ‘yaşamın değersizleştirilmesi’ yerine, Yaşam’a nasıl ihtimam gösterileceğinin araştırılması ve bu ihtimamın alışkanlık haline getirilmesidir.
Bu bağlamda Freud’un eleştirisinin sınırlarının yeterince belirlenmiş olmadığı ve birbiriyle benzerlik içerisinde olmayan birtakım dinsel yaşantı ve fikirleri aynı başlık altında değerlendirdiği görülmektedir. Bu değerlendirmenin, pozitivist ideolojiye dayandığı söylenebilir.
Bu bölümde, Freud’un dinin aklın gelişimini ve insanın özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen bir etkisinin bulunduğu iddiası ortaya koyulmuş ve kritiği yapılmıştır. Bu argümanın, çeşitli sebepler ile zayıf olduğu gösterilmeye çalışıldı. Bu sebepler; dinin tarihsel gerici tezahürlerinin ekonomik – politik arka planları gereği dine indirgenemeyeceği olgusu ve dinin bütün hallerinin Freud’un iddia ettiği gibi insan için engelleyici olmayabileceği ihtimalidir. Freud’un bu sebepleri göz ardı etmesinin nedeni olarak, onun insanı biyolojik bir varlık olarak tasavvur etmesi ve O’nu tarihsel, kültürel bağlamlarından soyutlayarak ele alması olarak görülmektedir.
Sonuç
Bu çalışmada, öncelikle Freud’un psikanalitik insan ve kültür kuramı serimlendi. Bunun ardından, Freud’un din eleştirisinin temel argümanlarından bir kısmı ortaya koyuldu ve bunların kritik bakımdan değerlendirilmesi yapıldı.
Bu argümanların ilki; dinin, insanın arzularından kaynaklanan sosyal – psikolojik bir yanılsama olduğu ve aşılmasının gerekli olduğuydu. Bu argümanın dinin en önemli kaynaklarından olan insanın anlamlandırma yetisi ve ihtiyacını göz ardı ettiği gösterilerek, bu argümanın yanlışlığının insan doğasının eksik kavranmasından kaynaklandığı sonucuna ulaşıldı.
İkinci argüman, dinin eleştirel düşünceyi ve aklı önemsizleştirerek, insanın ve insanlığın gelişiminin önünde engel teşkil ettiği idi. Bu argümana, dinin tarihsel şartlar ve çelişkilerden bağımsız olmadığı şeklindeki Marksist eleştiri ve tezahürlerinin tamamını bir bütün olarak kabul edilmesinin yanlış olduğu, bazı dinsel düşünce ve pratiklerin insanın ve toplumun gelişimi için engelleyici olmayabileceği şeklindeki Erich Fromm’un psikanalitik eleştirisi ile karşı çıkıldı. Bu argümanın ilk eksikliği, insanın tarihsel bir varlık olduğunun unutulmasıdır. İkinci önemli hata ise dinin farklı hallerinin aynı sayılması ve toptancı bir görüş ile yargılanmasıdır.
Bu iki argümanın da, İnsan ile onun içerisinde yaşadığı Uygarlık, tarihselliği ve O’nun anlamlandırma ihtiyacı gibi çeşitli yönlerinin dinamik bir bütünlük halinde ele alınamamasından; yani insanın bazı yönlerine indirgenerek değerlendirilmesinden kaynaklı eksiklikler sebebiyle problemli olduğu görülmektedir.
Freud’un insanı medikalize eden ve biyolojik ihtayaçlarına indirgeyen yaklaşımının İnsan’ı, Uygarlık’ı ve dinsel pratiği ne oranda açıklayabildiği kuşkulu bulunmuştur. Bu yaklaşım insanın zihni ile ilgili bakış açımızı genişletmekle birlikte, insanın tedavi edilecek bir nesneye indirgenmesi tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Oysa ‘İnsan’ ın en rafine ve değerli halleri ile üretimlerinin en ‘sağlıklı’ olduğu zamanlarda ortaya çıktığı tartışmalı olduğu gibi, bu en ‘sağlıklı’ duruma nasıl ulaşılacağı da tartışmalıdır.