Cinler, spiritüalizm ve paranormalin politikası hakkında ne söyleyebiliriz? Bu hikayeler ideolojinin hizmetinde midir, yoksa bu sözlü anlatılar ideolojinin etki alanının sınırındaki ögeler mi? Bu alçak kültür fenomenleri politik olarak ne anlatır?
Artı değer mi paranormal hurafeleri besler? Ezoterizm ve spirütüelizmin üst sınıfların hobisine dönüşmüş versiyonları bu durumu örnekliyor gibi görünür. Çalışma yükümlülüğü olmayan bu sınıflar, aylaklık ve yaşamın anlamsızlığı yüzünden mi bu kültlere sığınır?
Ya da ezilenlerden çalınanlar mıdır mitlerin kaynağı? Toplumun ötekilerinin cin ve peri hikayelerini daha çok benimsemesi bu durumu örnekliyor olabilir. Fakirlik ve cahillik mi hurafeleri doğurur? Hurafeler toplumun bu kesiminin entertainment’ı olarak mı ele alınmalı, yoksa akıl sağlıklarını korumak için kendilerini ait hissetmek zorunda kaldıkları mitolojiler midir bunlar?
Paranormal hikaye ve inançların kaynağı hakkında ne söyleyebiliriz? Ve bu kaynaktan çıkan hikayeler, politik olarak hangi tonları içerir? Cinler ve perilerin politika ile bir ilgisi olabilir mi? Bu alçak kültür fenomenleri hangi anlamda ve nasıl politiktir?
Spiritüelizm, ezoterizm ve burjuva gizemciliği
Büyü ve falcılık gibi inanış ve uygulamaların sadece fakir ve cahil insanlara ait olmadığına şaşırmayalım. Aklınıza toplulumzdaki bir önceki sınıfta fakir olan, sonradan zenginleşen Anadolu kaplanlarının geldiğini biliyorum. Bunlar için feodal bağlar ve hikayeler belirleyici olabilir. Ama paranormalin üst sınıflarda başka bir karşılığı daha var.
Ezoterizm, tarihinde büyük bir kısmı boyunca kalburüstü ve aydın kesimlerin de ilgisini çekti. Newton, Goethe gibi pek çok aydının pek çok batıl inancı vardı ve aynı zamanda karanlık büyü, simya, ezoterizm gibi olaylarla ilgilenmişlerdi.
Kimyanın, psikolojinin ve antropolojinin gelişmediği dönemlerde simya ya da hermetizm çalışan bir bilim insanına şaşırmayabiliriz. Ama bu konuların modern dönemde çalışılması, bir tür yeni çağ dinselliği halini alır.
Altın Şafak gibi gizemci örgütler, büyüsel pratikler ve ayinler gerçekleştiren ve çok sayıda burjuva üyesi olan örgütlerdi. Bu tip örgütlerde ilahi varlıklardan ya da birtakım gizli ruhani üyelerden (üstadlar) mesajlar da alınır.
Bu tarz örgütler, hermetik öğretiyle eski dinlerin Neolitik devirden kalma hikayelerini sürükleyici şekilde kombine etmişti. Ama bunlarda, kişisel tekamül yerine can sıkıntısının giderilmesi ihtiyacını daha ağırlıklı buluyorum ben.
Can sıkıntısınınsa artı değerin üretimiyle ilişkili olduğunu biliyoruz. Sınırlı toplum yapısı nedeniyle çalışmak zorunda olmayan kesim, tarım uygarlığının normatif değerlerinin de sınırında olduğundan, öteki hikayelere yönelmesi anlaşılırdır.
Ben neo-spiritürlizmin de bu durumu çok iyi örneklerinin düşünüyorum. Zira bu inanç sistemi, hermetik öğreti, tekamül öğretisi ve paranormal hikayeleri çok iyi şekilde kombine eder. Sunduğu soft tekamül perspektifi ve karmik cehalet, burjuva sınıfına son derece uygun bir konformizme yaslanır.

Ruhselman’ın hayatı ve spiritüalizmi
Bedri Ruhselman’ın hayat hikayesini ve neo-spiritüalizmini incelemek, bence burjuva gizemciliği için iyi bir örnek. Ruhselman, yıkılan Osmanlı’nın aydın bir ailesinden gelir. Avrupa’daki eğitim alarak keman virtüözü olmuş, doktorluğu önce yarıda bırakıp ardından bitirmiş ve müzik öğretmenliğinin ardından doktorluk yapmıştır.
Ruhlar Arasında’nın yazarı Ruhselman, laik bir aileden gelse de, hayat hikayesinde fal, kehanet ve işaretlere yatkınlık gösterir Ruhselman. Gençliğinde ani bir kararla askere yazılmış, bir falcının şehit olacağı kehaneti üzerine kaydını askerden sildirir.
Keman virtüözü olarak, gençlik yıllarında müzik öğretmenliği yapar. Bu mesleği bırakma hikayesi yine çok ilginçtir. Okulda verdiği bir keman konseri sırasında, salonda bir balonun uçtuğunu görür ve bunu bir işaret olarak kabul ederek bir kere daha çalmamak üzere kemanını bırakır.
İlerleyen yıllarda tıp eğitimini bitirip doktorluk yapar Ruhselman. Doktorluğu bırakması ise yine bir işaretle olur. Bir meslektaşının cahil bir hastayı nasıl yıllarca sömürdüğüne ve tedavisini uzatarak kazancını sürekli kaldığına tanık olan Ruhselman, doktorluğu bırakır.
Sonraki yıllarını sadece spiritüelist araştırmalara ayırır. Hayat hikayesinden de anlayabileceğimiz üzere, hassas bir insandır ve işaretlere önem veren bir kaderciliği vardır. Bu özellikleri, ürettiği düşünceler ve gizemciliği ile de uyumludur.
Neo-spiritürlistler, bir medyum ve bir operatör yardımıyla ruh çağırma celseleri yaparlar. Bu celseler, öldükten sonra spatyoma geçmiş ruhlarla iletişime geçilmesini içerir. Bu ritüelde medyum kendisinden geçer ve ruhların sözcüsüne / yazıcısına dönüşür. Operatör ise onunla iletişim kurar.

Ritüel, üst boyutlara geçmiş üstad ruhlardan tekamül için gerekli bilgilerin alınması ve diğer düşük ruhlardan farklı boyutlar ile ilgili bilgilerin alınmasını hedefler.
Yani neo-spiritüalizm, ruhsal tekamül ve reenkarnasyon fikirlerini, hipnoz gibi teknikler ve diğer ezoterik külliyat ile harmanlar. Bu tabloya göre, Mevlana, insanlar, hayvanlar, peygamberler ve hatta tanrılar farklı boyut ve tekamül seviyesindeki ruhlardır.
Bu külliyat, aynı zamanda ilkçağ ve ortaçağdan kalma fizik, astronomi vs. gibi bilgileri bir kozmoloji haline getirerek masalsı, büyüsel bir evren yaratır. Peki bu masalların tamamladığı tekamül felsefesinin temelinden politik duruş nedir?
Kanımca burada, toplumsal ve tarihsel boyutundan soyutlanmış bir içe kapanma refleksi görüyoruz. Bu refleks, özellik ülkemizdeki gibi burjuvazinin belli kesimlerinin zenginliğin paylaşımından dışlandığı ve gelecekle ilgili karamsarlaştıkları noktalarda ortaya çıkıyor olabilir.

Ne de olsa her düşünce ve felsefe, insana toplumsal bir boyut da çizer. Bu boyutun yadsınması ise ancak dünyevi boyutun yok sayıldığı, spiritüel akımlarda görülür. Hatta bu akımlar bu görüşlere, toplumların ruhani tekamül gibi ikincil ve belirsiz söylemleri de ekler.
Yani neo-spiritüalizm ve spirütüalizm, uykuyu ve gerçeklikten kaçışı sunar burjuvaziye. Ruhselman, kitabı Ruhlar Arasında’da yaptığı celselerde ruhlarla ettiği sohbetleri aktarır. Bu sohbetlerin ağırlıklı olarak tekamül üzerine olması ise şaşırtıcı değildir. Sorulan soru, cevabı da belirler çünkü.
Sonuç olarak, neo-spiritüalizmin, bir tür burjuva hurafesi ve gerçeklerden kaçış stratejisi olduğu söylenebilir.
Ötekilerin hikayeleri
Sözlü kültür, yazılı kültürün aksine ideolojiye karşı daha dirençli olabilir mi? Kültürün ötekileri, hangi hikayeleri aktardılar gelecek nesillere?
Anlatı ve hikayeler binlerce yıldır sözlü ve yazılı olarak anlatıla geldiler. İdeolojinin kendisini dayatmak için anlatı ve mitlere sızması malumumuz. Bu sızma her düzeyde gerçekleşse de, en görünür olarak hikayelerin yazıya geçiriliş sürecinde karşımıza çıkar.
Çünkü yazıya geçirme, sadece egemenlerin ve statükonun gücüydü uzun zaman. Hatta bu sürecin devamında, yazının kısmen kamulaştığı günümüzde bile sözlü kültür hala görünmez bir katman olarak sürüyor.
Bu çerçeve ışığında, paranormal hikayeler ve mitler hakkında neler söyleyebiliriz? Bu alanlar, bilimin ve teknolojinin son gelişmelerinin dışındadır evet. Hatta bu alanlarda, çok eski dönemlerin bilgileri ve bilimleri gizemcilik olarak sunulmaktadır çoğu zaman. Örnek olarak Aristocu 4 element anlatısının hala bazı ezoterik öğretilerde kabul edilmesi verilebilir.
Bu noktada gizemciliğin ve paranormal anlatıların hurafeleri beslediği ve yanlış tıbbi uygulamalar, gizemcilik sayesinde iktidar kazananların istismarına uğrama ve dünyaya düşünsel değil kaderci bakış açısından yaklaşma gibi olumsuzluklar doğuracağı anlaşılıyor. Fakat tüm bu dezavantajlarının yanında bir işlevi ve faydası olmalı paranormal hikayelerin. Yoksa bunların hala varolmasını açıklamak, sadece cahillik ile mümkün değil.
Çünkü insanlar, kültürel gelişimleri sebebiyle hikayeye ihtiyaç duyar. Evet, ilk çağda yıldırımlardan zeusa sığınmıştı insanlar. Bugün hava durumu bize bazı güvenceleri verse de, dinler ve paranormal hikayeler hala işliyor. Çünkü hikaye anlatmanın kökenindeki ölüm korkusu, arzunun kayıp nesnesine ulaşmak, geleceğin belirsizliğini azaltmak gibi arkaik kökleri sahip.
Tam bu noktada, hikayelerden asla tamamen kurtulamayacağımızı kabul etmeliyiz. Eğer bunu yaparsak, farklı hikayelerin insanı, toplumu ve kültürü nasıl etkilediğini daha doğru analiz edebiliriz. Öyleyse sorumuz şu: Paranormal hikayeler baskın ideolojinin dışında olduğundan ve hala sözlü kültürle devam ettiğinden, bunların ideoloji ile ilişkisi bakımından ne düşünebiliriz?
Lafı fazla uzatmak istemiyorum, soruyu iyi formüle edelim yeter: paranormal hikayelerin kanon dışı olmasının yarattığı özgürlük mü faydalı? Yoksa bu anlatıların bilime ve çağa uzaklığından doğan gercilikleri, doğurdukları hurafeler ve tetikledikleri yanlış düşünme biçimleri mi daha zararlı?
Cinler, periler ve ekonomi
Cin ve perilerin ekonomik krizle ve fenomenlerle ne ilişkisi olabilir?
Bu soruyu saçma bulup geçmeyelim. Birisi anglo sakson, birisi ise Arap hikayelerinden olmak üzere iki tanıklığımız olacak. Üçüncü tanıklık ise, ortaçağ Avrupası’ndan gelecek. Bunun ardından, konu ile ilgili düşünsel meditasyonlar yapmaya çalışırız.
İlk hikaye, Periler – Tehlikeli Bir Tarih kitabından gelecek. Sugg, Man Adası’nda perilerin zaman zaman pazara gelip fiyatları yükselttiğine inanılırmış. Pazara gelen periler, en güzel etleri satın alır ve satıcıya adil karşılığını bırakırlardı.

Periler eski zamanlarda Cardigan’a pazara gelmeye ve malların fiyatlarını korkunç yükseltmeye alışmışlar. Fiyatlar yükseldiğinde ve mısırlar satıldığında, eve dönüş yolunda yoksullar birbirlerine ah, o gün oradaydılar diyorlardı.
Sugg, Periler – Tehlikeli Bir Tarih, s.70
Burada fiyatların yükselmesi, pazarda görülen insan benzeri ama farklı yaratıklar ve pazarın olağanüstü kalabalık olmasını nasıl yorumlamak gerekir? Yoksul kesim fiyatların artışını katlanılır kılmak için mi bu hikayeye silinmiştir? Yoksa peri olduğu düşünülen bu halk yabancı bir halk ya da konar göçerler miydi? Belki de bir tür yabancı korkusu ile karşı karşıyayız. Her halükarda ortada ilginç bir hikaye vardır.
Sami kültüründe ise ticaretle daha içli dışlı bir cin kabilesi ile karşılaşacağız.
Arapların Zellenbur cinleri, para ve tacirlikle ilgili konularda insanlara yaklaşırdı. İnsanları hileye, kurnazlığa ve açgözlülüğe yönlendirirdi bu cin taifesi. Bu cinlerin yoldan çıkardığı insanlar, haram yani haksız kazanç peşinde koşardı.
Zellenbur cinlerinin şeytandan ne farkı var? Pek çok anlatıda zaten cinler şeytanın soydaşı ve öğrencisi olarak geçer. Bu yüzden şeytanla görülen benzerlik, doğaldır. Fakat ben yine de aldatıcı cin anlatısının, şeytandan daha farklı olduğunu düşünüyorum.
Çünkü şeytan, daha soyut ve felsefi bir karakterdir. Sahabelerin ve peygamberlerin hikayelerinde cisimleşse ve Müslüman hacılar tarafından hac ibadetine taşlansa da, daha çok vehim veren, kandıran bir karakterdir. Cinler ise geçmişin karanlığını ve belirsizliğini taşıdıklarından olacak, insanlara musallat olabilir ve onların kararlarını etkileyebilirler.
Şöyle ya da böyle, insanlar ticarette açgözlülüğün insanı yönlendirebileceklerini ve bu durumun doğuracağı sorunları, paranormal bir hikaye ile ilişkilendirmişler. Cinlerin adaletsizliğe ve kapitalist yozlaşmaya yol açması, insanları rahatlattı belki de. Ama bu kadercilik onları adil bir düzenin kurulmasına yönelik mücadeleden ve bu zaferin getireceklerinden alıkoymuş olabilir aynı zamanda.
Demonlar, cadılar ve büyünün ekonomiyle bir diğer ilişkisi ise, ortaçağ Avrupası’nda karşımıza çıkar. Süt ya da tereyağı büyüsü, geçimini süt ürünlerini tüketerek ve satarak sağlayan insanların hayatında önemli bazı gerilimlerin karşılığıydı. Bu insanlar için, sahip oldukları bir ya da iki hayvan ve bunlardan alacakları süt çok önemliydi.
Fakat veterinerliğin gelişmemiş olduğu bu dönemde, hayvanlarda ani süt verimi düşüşleri ya da sütten kesilme durumları yaşanabiliyordu. Bu tür durumlar, çoğu zaman cadıların ve demonların yaptığı kötücül büyülerle ilişkilendirilerek aklileştirilmiştir. Bu insanlar belki de bu olumsuz durumlara katlanabilmek için bu hikayeleri uydurmak zorunda kalmışlardı.
Tam da bu öngörülemezlik sebebiyle, sütün bolluğunu sağlamak için bazı karşı büyü teknikleri de geliştirilmişti. Bunlardan birisi şöyledir:
Üç perşembe akşamı (cadıların toplanma günü) mürver ağacından bir düdük yontmak gerekir; ancak bunun şeytan adına yapılması zorunludur. Hazırlanan düdüğün içine süt doldurulacak, ineklerin yemine püskürtülmesi ve sonunda düdüğün tereyağı fıçısının içine atılması gerekir; böylece, bu ritüeli gerçekleştiren kişi yeterli miktarda terayağı ve peynire sahip olacaktır.
Ortaçağ Avrupa’sında Cadılar, Haydar Akın, s.102
Neolitik kültür ve ötekileri
Neolitik devrim yani tarıma geçiş, hikaye ve mitlerin gelişimini nasıl etkilemişti? İnsanlığın en büyük ötekisi olan şeytanın ve onun soyundan gelenlerin (cinler ve periler) tarım devriminden sonra hikayelerimizde belirmesinin sebebi nedir?

İsmail Gezgin, Homo Narrans’ta bu toplumsal tarihsel dönüşüm ile, hikayelerimizin dönüşünü arasındaki ilişkiyi inceler. Bu teoriye göre, tarım devrimi ile birlikte insanlık değerlere ilişkin büyük bir değişim geçirmiştir. Tarım yapan insanlar, eskisine nazaran artık çok daha fazla toplumsallaşacaklardı.
Şunu iddialı ve net biçimde söylemek lazım ki Neolitik tarım kültürünün binlerce yıl önce dile dökülmüş anlatılarının pek çoğu, üstlendikleri fonsiyonları yerine getirdikleri için günümüze kadar ulaşmıştır. Bugün çocuklara anlatılan söylencelerin ister inançla ister kültürle ilişkili olsun çoğunun doğum tarihi Neolitik Dönem’dir.
Homo Narrans, İsmail Gezgin, s.198
Bu dönüşüm, çok daha fazla yasa, tabu ve kurala ihtiyaç duyulmasına sebep olacaktı. Cinsiyet eşitsizliği, ataerkil toplumsal hiyerarşi, korkuya dayalı din anlayışı, eğitimin bir tür dayatmaya dönüşmesi işte bu dönem başlar.
Bu dönemde insanlık yeni hikayeler icat eder. Cennetten düşüş, insan ve Şeytan mücadelesi, Şeytanın çocukları olan kötücül ruhlar (cin) anlatısı gibi hikayeler bu dönemde kurulmuştur. Yani paranormal hikayelerin bir kısmının bu donemde doğduğu söylenebilir. Bunlardan cennetten düşüş hikayesini burada inceleyelim.
Paleotik Dönem’in özgür bireylerinin, günah, kötülük ve aşırılık gibi kavramların bulunduğu yerleşik yaşamın kurallı dünyasına düşmesi, anlatılarda şeytanın dünyevi varlığını güçlendirmiş olmalıdır. Birlikte yaşamın ahengini bozacak tüm davranışların kaynağı, toplumun da günah keçisi ihtiyacından olsa gerek, şeytandan bilinmiştir.
Homo Narrans, İsmail Gezgin, s.202
Hikayeyi bilirsiniz, Adem ve Havva cennette mutlu şekilde yaşarken, yılan kılığındaki şeytanın söylediğine kanıp, yasak meyveden yerler. Bunun ardından birbirlerinin çıplaklığınj fark edip hemen örtünürler ve yaptıklarına pişman olurlar. Yaptıklarını öğrenen Tanrı, onları cezalandıracak ve cennetten dünyaya gönderileceklerdi.
Bu hikayede ilk dikkati çeken, Adem ve Havva’nın meyveyi yedikten sonra, birbirlerinin cinselliklerini fark edip utanmalarıdır. Yani bu meyveyi yedikten sonra ikisi de dünyayı yeni bir gözle görmüş ve yasanın / ahlakın alanına girmişlerdir.
İkinci nokta ise, cennetten düşüş ile arzularının tatmin edilmediği, eksik oldukları bir dünyaya geçmeleridir.
İsmail Gezgin, Homo Narrans‘ta bu iki bağlamın da tarım toplumuna geçişin doğurduğu krizle açıklanabileceğini söyler. Cennetten düşüş hikayesinin cinselikle ilgili yönü, tarım toplumuna geçişle birlikte cinselliğin, üremenin ve kadın bedeninin yasa ile düzenlenmesi gereğinin doğmasıdır.
Cennetten düşüş hikayesi, İsmail Gezgin’in teorisine göre, tarım toplumundan önceki özgür ve avare yaşamdan, tarım toplumunun sürekli çalışmaya dayanan, toplumsal hiyerarşi ve cinsel hiyerarşi sunan bir topluma geçişin sancılarını anlatır.
Neolitik devrimden sonra sürekli çalışmaya, eşitsizliğe ve yasanın içsel baskısına maruz kalan insanlar, cennetten kovulduklarını düşünür ve cennetten düşüş hikayesine sığınır. Günah keçisi ise kadındır, çünkü kadın cinselliğinin regülasyonu tarım toplumunun en önemli adamlarından birisidir. Bu yüzden de hikayede Havva, Şeytanın oyununa düşülmesine sebep olan ayartıcı rolünü kazanır.
Bu hikaye bizim tartışmamız için ilginçtir. Çünkü hikaye, feodal toplumun kökeninde türer ve feodal toplumun hem ötekilerini belirler, hem de toplumsal hiyerarşide ezilen sınıf haline gelenlerin uyuşturucusunu sağlar. Marks’ın söylediği Afyon etkisi, dine işte bu kaynaklardan sızar.
Sonuç: Hikayenin çok yönlü etkisi
Yazının başındaki sorumuz, paranormal hikayelerin egemen sınıfların eğlencesi ve uykusu mu, yoksa ezilen sınıfların afyonu ve psikolojik – sosyal savunma mekanizması mi olduğuydu. Ama incelediğimiz örnekler, hikayenin bu ikili etkiyle sınırlanamayacak genişlikte etkileri olduğunu gösterdi.
Burjuva gizemciliginin, bir tür burjuva entertainment’ı ve kültürel yozlaşması olduğunu açıkça gördük. Neo-spiritüalizmin en önemli iki kuruluşundan biri olan Ruhselman, bu durumu çok iyi örnekler.
Fakat farklı durumlarda, cin ve peri inancı gibi paranormal hikayelerin, ezilen kesimlerin afyonuna ve dünyayı anlamlandırma aracına dönüştüğünü de gördük. Enflasyona sebep olan periler ya da ticarete hile karıştıran kötücül cinler, bu hikayeleri örnekler.
Aynı zamanda cennetten düşüş gibi temel bir mitin nasıl bir antropolojik kökene sahip olduğunu görmek de, paranormalin kültür ve politika ile derin ilişkisini örnekler.
Sonuç olarak, paranormal hikayelerin ve mitlerin insanlık tarihiyle derin ilişkiler kurduğunu söyleyebiliriz. Buradan hareketle, paranormal hikayelerin politik ve ideolojik işlevleri üzerine düşünmenin faydalı olacağı ve yeni perspektifler sunacağı söylenebilir. Çünkü alçak kültür, toplumsal bilinçaltına ve güdülere daha yakın bir düzeyde işlemektedir.
“Cinler, Neo-spiritüalizm ve Paranormalin Politikası” için 4 cevap
Merhaba Anıl, bir süredir yazdıklarınızı takip ediyorum. Doğaüstü olanı ötekilik üzerinden okumaya meyletsem de sizin yazdıklarınızı da büyük bir keyifle okuyorum. Son zamanlarda ötekilik üzerinden okuduğum Richard Kearney’in “Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar” kitabını okumanızı öneririm. Yorumlarınızı merak ediyorum. Tekrardan emeğinize sağlık 🧿
BeğenLiked by 1 kişi
Kitap önerisi için çok teşekkur ederim, incelerim tartışırız, ben de yeni bakış açıları arıyorum. Bu kadar geniş ve fantastik bir anlatı külliyatının bu kadar çok insan tarafından benimsenmesi gerçekten çok ilginç olay. Üzerine düşünülmeyi hak ediyor.
BeğenBeğen
Belki de yazınızı okuyan herkes kendisinin konuya eklemlendiği noktayı açıklarsa, bu kültüre ilişkin ilgilerin benzerliği ya da ayrılığı da ortaya çıkar. Benim ilgim aslında Japon kültürü ve baskı sanatına duyduğum ilginin dallanıp budaklanmasıyla gelişti. Hepimiz Anadolu’da büyümüş çocuklar olarak cin kültürünü biliyoruz. Japonların animizm kültürü ile tanıştığımda ise aynı kavramsallaştırmanın daha barışçıl bir tarafıyla karşılaşmış oldum. Bu barışçıllık meselesi şöyle açıklanabilir; onlarda ‘yokai’ denen düşkün tanrılar çocukların oyun arkadaşı da olabiliyor, kanlı şeytanlarda… benim çocukluk hatıralarımda ise adını bile söyleyemediğimiz korku hikayeleri cinler… oyuncu ve koruyucu cinlerde olduğu halde… Bunun temelde ‘ötekine’ karşı duyduğumuz derin bilinmezlik hissi ile ilgisi olduğunu düşünerek de ‘ötelilik’ üzerinden nasıl okuyabiliriz diye araştırmaya başladım. Mehmed Siyah Kalem minyatürlerindeki çalan söyleyen cinler, benim korkularımın ötesinde şirinler ve o kadar ilgilendiğim Japon kültüründen önce bunlara bakmam gerekirdi diye düşünüyorum artık. Ama yine de yasaklı ve müstehcen bir alana da işaret ediyor bu şirin cinler… yaşadığımız mekana paralel bir boyutta(mekanda) yaşayan ama asla biz olamayan ve böylece bir şekilde varoluşumuzu da meşru kılan varlıklar… Her neyse konuya ilişkin daha öznel yorumlar bir yandan da ağır bir kuramsallığın dışında samimi bir dil de oluşturur belki 🙂
BeğenLiked by 1 kişi
Evet herkes ayrı bir yönden yaklaşıyor. Benim için bir parça çocukluğumda dinlediğim korku hikayeleri, bir parça da kutsallık ve inanç fenomenlerinin ilginçliği girizgah oldu. Normal bir ağaç nasıl dilek ağacına dönüşüyor mesela? Dilek ağacı haline geldiğinde insanların hangi ihtiyaçlarını karşılıyor? Gerçek ne? Kutsal ne? Bu sorular doğaüstüyle ilgili gibi olsa da, insanlarla ilgili aslında.
BeğenLiked by 1 kişi