Bir genç neden Türkiye’den göç etmez?

Son yıllarda o kadar fazla sayıda genç arkadaşımız Türkiye’den göç etti ki, (en azından benim çevremde) bunun tersi, yani göç etmemek açıklanması gereken bir şey haline geldi. Ben de bu konu üzerine düşünmek istiyorum.

Evet, göç etmek için enflasyon, politik baskılar, hayat tarzına müdahale, geleceğin belirsizliği, mahalle baskısı gibi bir çok sebep var. Bir çoğumuz artık gelecek için daha az umutlu ve bu ülkeye kendisini daha az ait hissediyor. Beyin göçü bu durumda en mantıklı seçenek halini alabiliyor.

Peki kalmak isteyenler neden vazgeçmek istemiyor? Neyi kabullenemiyorlar ya da kabullenmek istemiyorlar?

Türkiye’den gitmemek fenomeni hakkında ne söyleyebiliriz? Göç etmeyen neleri göze alarak neleri sahiplenir? Ve bu sahiplenmeden neler doğabilir?

Gençler neden göç ediyor?

Öncelikle Türkiye’den göç etmek isteyenlerin neden gittikleri üzerine düşünelim. Göç gibi zorlu bir süreci neden gönüllü olarak seçeriz? Neden ailemizden, sevdiklerimizden, içerisinde olduğumuz kültürden uzaklaşmak zorunda kalıyoruz? Ne münasebetle ”Sen neden yurtdışına gitmiyorsun abi?” sorusuna muhatap oluyoruz?

Enflasyon ile geleceğin çalınması

Enflasyon bugün biz gençliğin ve geniş halk kesimlerinin üstünde demoklesin kılıcı olarak parlıyor. Enflasyon ile, zenginlik toplumun belirli kesimlerinden başka kesimlerine aktarılıyor. Aşağıdaki haritada görüleceği üzere, Türkiye Avrupa’nın zenginliğin en az adil dağıtıldığı ülkelerden birisi.

Bu tablo ne anlatıyor? Anlattığı şu: Türkiye’de yaşıyorsanız, harcadığınız emeğin karşılığını görme ihtimaliniz Avrupa ülkelerine göre çok daha düşük. Ve bu tablo, bildiğimiz üzere, giderek kötüleşiyor. Neoliberal politikalar ve özelleştirmeler, kapitalizmin giderek vahşileşmesine yol açtı.

Bugün emeği ile geçinen ya da fabrikasyon imalat yapmayan herkes, para kazanamadığının ve uzun yıllar kazanamayacağının farkında. Alım gücü de bununla paralel olarak düşüyor tabi. Arkasından gelen ise büyük şirket ve servet sahiplerinin de harcamaları kısması yani ekonomik resesyon. Ama sahip olduğumuz ekonomik modelin teklediğini söyleyemeyiz, ne de olsa iktidarın amacı zaten zenginleri daha zengin yapmaktı.

Kesinleşen ise eşitsizliğin giderek derinleşmesi ve kesinleşmesi. Bu şartlarda kapağı devlete atmak bile işe yaramıyor. Çünkü kadrolaşma yapabilmek için bile, birtakım maddi ya da sosyal – kültürel yatırımları yapmak / yapmış olmak gerekiyor.

Bu eşitsizlik doğal olarak liyakatin önemini ortadan kaldırıyor ve gençler için imkansız bir labirent kuruyor. (Türkiye’de liyakatin durumu ile ilgili yazım için şuraya bakabilirsiniz.) Bu sistemde birilerinin yeğeni değilseniz, bir yerlere gelmeniz çok daha zor ve çok daha zaman alacak bir iş.

Türkiye’nin kültürel idealsizliği

Bir ülkenin insanları sadece refah ve konforun etrafında bir araya gelmez. Bazen bir topluluğun sadece kültürel bir ideali ve bu idealin sunduğu umut duygusu vardır. Bu koşullarda insan, daha fazla fedakarlık bile yapabilir.

Ama düşünsel çöküş, fakirleşme ve yozlaşma bir döngü halinde ilerler. Zenginleşen toplum rahatlar, tutucu hale gelir ve duraklar evet. Ama fakirleşen toplum da bu sürümü aklileştirmek için farklı hikayelerin üretir, insanları kaderci hale gelir ve düşünmek yerine kurnazlık ön plana çıkar.

Önemli olan, fakir ya da zengin olmasından bağımsız olarak, toplumun üyelerine kapsayıcı bir gelecek perspektifi sunabilmek ve bunun kültürel değerlerini üretebilmektir. 100 yıl önce bunu Atatürk ülkemizde yapabilmişti. Şimdi ise o günden çok daha zengin, çok daha parçalı ve çok daha az idealistiz.

Görsel: İçmihrak

Gitmeyenler neden kalıyor?

Şimdi de tam tersini düşünelim. Bir genç neden Türkiye’den göç etmez? Alışkanlık mı, kültürel aidiyet mi, bağlılığın son kırıntıları mı gitmek isteyenleri burada tutar? Yoksa ötekileştirilenlerin ve ezilenlerin kara mizahı yeni bir aidiyet mi yaratır?

İnsan, kültürü ve çevresi

İnsan, çevresi ve içerisinde yaşadığı kültürden/ sosyal dokudan ayrılamaz. Hatta insanı, bir çevre ve bir kültürel dünya içerisinde yaşayan bir özne olarak tahayyül etmek bile sorunludur. Temel mesele, özneliğin yaşadığımız karşılaşmalar, içinde olduğumuz fiziksel ve kültürel çevrenin toposu, duygusal değişimler gibi dalgalanalar neticesinde ortaya çıktığıdır. Yani ben dediğimiz şey, tam da çevresi ile birlikte ben’dir.

Ben bir başkasıdır.

Rimbaud

Rimbaud, ben bir başlasıdır derken ne kast ediyor? Ben dediğimiz şeyin, ötekinin dokunuşu ve etkisiyle bir dengeye geldiğini anlatmak istiyor bence. Biz bu olguyu, pek çok fikir bağlamında ortaya koyabiliriz. Örneğin Hegel, tanınmanın bir insan için en önemli fenomenlerden birisi olduğunu ve tüm köle efendi diyalektiğini karekterize ettiğini iddia eder. Bu durumu, Aristoteles uygarlığın şafağında insanın politik hayvan olduğunu söyleyerek ortaya koymuştu.

Ama yine de, bizzat batı felsefe tarihine baktığımızda, Descartes’den itibaren insanın düşünen bir özne ve hatta töz olarak düşünüldüğünü görüyoruz. Bu düşüncenin gelişiminde, burjuva devriminin desteklediği bireyselleşme değerinin etkisi azımsanamaz. Dahası, bu dönem düşünürleri, bireyi mitolojik dinsel düşüncenin tanrı ve yarı tanrıları karşısında, ve bu kutsal öznelerin töreleri karşısında da güçlendirmeyi ve özgürleştirmeyi amaç edinmişti.

Ama felsefi düşünce, Descartes’le birlikte yükselen, hümanizme ve Batı değerlerine kaynaklık eden düşünen ve değerli insan-özne düşüncesini, özellikle son yüz yıldır çok ciddi şekilde esnetti ve genişletti. Zira hümanist uygarlığın ve onun ideal öznesinin kusurları, birinci ve ikinci dünya savaşı, holocoust, çevrenin, türlerin ve öteki cinsiyetlerin ötekileştirilmesi gibi pek çok kötücül olaya sebebiyet verdi ya da bu olayları engelleyemedi.

Günümüzde trans-hümanist düşünce, insan merkezli olmayan yaklaşımlar geliştiriyor. 20. Yüzyılın krizlerinin ardından, buna paralel olarak insan öznesinin kendi dışındaki ve zamandaki kaynaklarını araştıran pek çok düşünce de gelişti.

Lacan Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım hipotezinin, zamansal kayma sebebiyle düşünüyordum o halde varım şekline dönüştürür ve insanın arzu ile güçlü ilişkisine işaret eder. Fenomenoloji geleneğinde ise, Descartes’in düşünen öznesinin nesnel ve öznel yapıları analiz edilir ve Heidegger ile insanın gündelik hayata batmışlığına dayanan bir düşünce gelişir.

Onu izleyen Derrida, Descartes’in mottosunu dilsel yönden çözümler. Levinas ise bu hareketi daha da derinleştirerek, insanın saf bir aşkınlık ve dışsallık olduğunu, insanın ben dediği şeyin merkezinde ötekinin dokunuşunun bulunduğunu söyler. Buna göre, kültürün ve vicdanın kökeni bile öteki ile karşılaşmadır.

Bu düşünce akışı, insanın çevresi ve yaşam-dünyası ile ilişkisinin gücünü vurgular. İnsan dediğimiz çokluktan, içinde yaşadığı dili, çevreyi ve kültürü çıkardığımızda geriye ne kalır? Başka bir yere giden, başka bir insana dönüşmeyecek mi? Göç dünyamızı tamamen değiştirmez mi?

Öyleyse göç fenomeninin, insanı dönüştürdüğünü ve onu yabancı bir dünyaya fırlattığını söyleyebilir. İnsan her halükarda değişmez mi? Bu inkar edilemez. Önemli olan koşullar ve koşulların içerisinde yaptığımız seçimlerdir.

Çileci Ahlak ve X – Y kuşakları

Türkiye’de 90’larda çocukluğunu yaşamış X ve Y kuşakları, hala çileci ahlaka tutunabiliyor. Çünkü onlar, Türkiye’nin daha umut vaad eden günlerini gördüler ve gelecekten umutlu aileler tarafından, sorumluluk bilinciyle yetiştirildiler.

Onlar cocukluklarını yaşarken, ekonomik genişleme henüz bitmemişti ve liyakat Türkiye’de tamamen ortadan kalkmamıştı. Bir şeyler kötüye gitmeye başladıysa bile, bu henüz ayyuka çıkmamıştı. O dönem orta-alt sınıf aileler, çocukların hala mühendis ya da doktor olup, ailelerinin bulunduğundan daha üst bir sınıfa ait olabileceklerine inanıyor ve çocuklarını da buna inandırıyorlardı.

Ama belki o dönem bile, bu ailelerin bu inancı zayıftı. Zira Türkiye’de işlerin hangi ilişkilerle yürüdüğünü içten içe biliyor olabilirlerdi. Tam da bu yüzden, çocuklarını çok yüksek bir sorumluluk bilinciyle yetiştirdi çoğu. Başarılı olup kendimizi kanıtlamalı ve ailemizi gururlandırmalıydık. Bir sezgi ve ekonomik güdü arasındaki bu uçurum, bizim neslin panik atak, özgüvensizlik, özsaygı eksikliği, kendi hakkının savunumama gibi pek çok psikolojik ve sosyal probleminin kökeninde olabilir.

Ve her şeyden önce, o günlerde sosyal medya dünyayı bu denli şeffaf hale getirmemişti. Bu yüzden, Tv’lerde izlediğimiz beyaz yakalı yeni orta-üst sınıfın, bir gerçeklik mi, yoksa düzenin propagandası mı olduğunu bilemiyorduk. Propaganda elbette vardı. Ama ekonomik genişleme döneminde ortaya çıkmış emekçi orta-üst sınıf, çok yakında gelecek ekonomik daralmayla yok olma noktasına gelecekti.

Ekonomi kötüye gittiğinde ve İslamcı iktidar ülkeyi demir yumrukla yönetmeye başladığında, sistemin sunduğu refah yanılsaması inandırıcılığını yitirmeye başladı. Tam bu noktada, X ve Y kuşakları koşuşturmaca içerisindeki motivasyonlarını yitirmeliydi. Ama böyle olmadı, çünkü bu kuşakların sahip olduğu sorumluluk duygusu, bir tür öz yetersizlik ve öz sevgi duyabilme güdüsünden geliyordu. Yani ödül, bu denklemin sadece küçük bir parçasıydı.

Bu durumda denklemden ödül, başarı ve refah çıkarıldı. Geriye, çileci ahlak kaldı. Ülkenin modern ve özgür yaşamak isteyen gençleri, gelecek günlerin çok uzakta olduğunu fark ettiler, morallerini bozdular ve çalışmaya devam ettiler. Çünkü karamsarlık, hastalıklı sorumluluk duygularını ortadan kaldıramıyordu. Demir yumruğun mobilize edebildiği ve kandırabildiği bir kesim ise, sistemin sunduğu din, milliyetçilik gibi tutucu ideallere tutundu. Geriye ise Z kuşağı kalıyordu.

Z kuşağı ve karamsarlık

Z kuşağının, X ve Y kuşaklarından daha tembel ya da daha az zeki olduğunu düşünmüyorum. Evet, geleceğe daha karamsar bakıyorlar ve geçmişe karşı da benzer bir miyopluk içinderler. (Biz değil miyiz?) Daha doğrusu sorumluluk duyguları bizden farklı olduğundan, tarihin sorumluluğunu üzerlerine almak istemiyorlar. (Anlaşılır bir yaklaşım.)

Z kuşağı, bizim sahip olduğumuz patolojik sorumluluk duygusuna sahip değil sadece. Bu yüzden biz onlara baktığımızda neden bizim gibi çok çalışmıyorsunuz, neden idealist değilsiniz, neden hiçbir eylemin içerisinde olmadığınız halde bu kadar karamsarsınız dediğimizde… sadece susuyorlar.

Cevap verselerdi cevaplar şunlar olabilirdi: Karşılığını almadığımız bir düzende neden yüksek stres altında ve düşük ücretlerle çalışalım ki? Hangi ideale kendimizi adayacağız? Bir ideale sahip olmak nedir? Eğer geleceğimizi belirleme şansımız yoksa, gelecekle ilgili neden iyimser ya da nötr olalım?

Bu cevaplar kendi içlerinde son derece mantıklı. Onlar çalışmanın kimseyi özgürleştirmediğini ya da daha değerli yapmadığını, hiçbir idealin kendimizden ödün vereceğimiz kadar değerli olmadığını, kapsanmadığımız bir gelecek için savaşmanın yersiz olduğunu çok daha iyi tahlil ediyorlar bence.

Bu durumda Z kuşağının, beyin göçü kararını bizden daha rahat alması da çok anlaşılır. Bir ülkenin gençlerine ne refah, ne de bir ideal sunamaması kadar üzücü bir şey olacağını düşünmüyorum. Bu, bir ülkenin ölümü kabul edip geleceği feda etmesi gibi bir şey. Ne yazık ki içerisinde olduğumuz durum bu.

Beyin göçü ve geri dönüş

Bu durum geri döndürülemez bir durum mu? Genç arkadaşlarımız ülkeye geri dönmeyecek mi? Ve çileci bir ahlak ya da başka gerekçelerle bu ülkeden kopamayanlar, gidenlerin arkasından bir kap su mu dökecek sadece?,

Emin değilim. Şu anda Avrupa’ya gitmiş pek çok arkadaşım, göçmen yaşamının zorluklarının farkındalar ve en nihayetinde ülkeye dönmek istiyorlar. Ama böyle bir dönüş için, karanlık ve çıkmaz bir geleceğin sunulmaması gerekiyor. Uçuruma doğru giden bir otobüse kim neden binsin ki?

Gençlerimize, en azından bir gelecek olduğunu, bu gelecekte onların da yer bulabileceklerini, refah içerisinde yaşamasalar da yaşam tarzlarının kabul göreceğini, balkondan atılarak öldürülmeyeceklerini ya da sansür altında ezilmeyeceklerini gösterebilmeliyiz. Böyle bir toplum, refah içerisinde yaşamasa da birlikte yaşamanın keyif ve acılarını paylaşabilir. Aksi ise, Hobbes’un doğal durumuna dönüş olacak.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: