Kendini tanımamak ve ödül labirenti

Kendini tanımak / tanımamak ne demektir? ”Kendini tanı” mottosu neden Delphi tapınağının girişinde (çıkış yönünde) yazılıydı? Kendimizi tanıyarak neyi başaracağız? Kendimizi tanımazsak neyi kaybedeceğiz?

İlk akla gelen, kendinle temas etmenin sağladığı faydalardır. Hepimiz gündelik yaşamda başarılar, hayal kırıklıkları, mutluluklar ve hüzünler yaşıyoruz. Ama hangi kendiyle temas edeceğiz? Dış dünyada oluşturduğumuz persona’yla mı? Yoksa dış dünyadan kaçtığımızda döndüğümüz derin ben’le mi? Yahut bu ikisi aynı şey mi?

Zen Budizmi ve Yoga gibi new-age öğretilerin önerdiği gibi, arzularımızın köleliğinden kurtulmak için onları tanımak yeterli midir? Mutluluğa bu yoldan mı varacağız? Yoksa mutluluğa ulaşmak yerine arzularımızın dalgalarında sörf yapmak mı istiyoruz? Ya da Lacan’ım söylediği gibi arzumuzdan kaçmak mı en nihayetinde istediğimiz?

Kendini tanımanın, çocukluğumuzda kazandığımız başarı-ödül mekanizması ile ilişkisi nedir? Kapitalizmin bizi içerisine fırlattığı bu labirent, kendini tanımayı zorlaştırır mı? Ve daha da kötüsü, bu ödül labirenti, yetişkinliğimizi ve toplumsal yaşamımızı da etkiler mi? Kültürü çarpıtabilir mi? Kendini tanıyan kültürden, kendini kurtaran kültüre nasıl geçtik?

Çocuklukta kendini tanıma ve ödül labirenti

Ödül labirenti dediğim şey, çocuğun başarılarının değerlendirilmesinde ebeveynlerin kullandığı bir mekanizma. Bu mekanizmanın benim için sorunsal olması, terapi sürecime dayanıyor.

Çoğumuz, ödül ve başarı koşullanması ile yetiştiriliyoruz. Bir sınavda yüksek puan alan çocuğa, ‘aferim’, ‘seni çok seviyorum’, ‘çok zekisin’ gibi ödüller vermek başlıyor bu labirent. Çocuk, başarı gösterdiğinde değerli olduğunu öğreniyor bu şekilde. Aynı zamanda talepkar bir ebeveyne sahipse ve duygusal bazı ihtiyaçları karşılanmıyorsa, bu labirente daha güçlü şekilde bağlanması da olasıdır.

Bunun alternatifi ne olabilir? Bir çocuğa, bir başarı gösterdiğinde ‘bu konu ile ne kadar ilgilisin’, ‘bu konuya ne kadar yatkınsın’, ‘bu konuyla daha fazla ilgilenmek ister misin’ gibi şekillerde yaklaşabiliriz. Bu yaklaşım, çocuğun kendi olmaklığı gereği ve kendi güçleri / yatkınlıkları sebebiyle değerli olduğu hissiyatını verecektir. Ve çocuk kendi güçlerini değerlendirmek, kendini tanımak için cesaretlenecektir.

Peki bu iki çocuk arasındaki temel fark nedir? İlk çocuk, kendisini ebeveynine, öğretmenlerine, topluma ve kültürün hegemonik mottolarına karşı kanıtlama yarıına girer ve bu yarış neticesinde değerli olacağını varsayar. Oysa bu sonsuz bir labirenttir. Labirent, bu çaba içerisindeki kişinin tüm yaşama gücünü alıp sömürür ve bu güçle labirentin duvarları daha da yükselir.

Neoliberal performans toplumunda başarısız olan kişi, toplumu ya da sistemi sorgulamak yerine başarısızlığından kendini sorumlu tutar ve utanç duyar… Neoliberal öz-sömürü rejimindeyse insan öfkesini daha ziyade kendisine yöneltir. İnsanın kendisine yönelttiği bu saldırganlık sömürüleni devrimci değil depresif yapar.

Psikopolitika, Byung-Chul Han, s.16

İkinci çocuk ise, başkalarının beklentileri ile kendi beklentileri arasındaki gerilimi daha sağlıklı şekilde yönetebilir. Ötekinin taleplerini, kendi var olma ön koşulu olarak ele almaz. O yüzden de dünya ile arasındaki savaşta, kendi tarafında olabilir.

Hangi çocuk kendini tanımaya layık değil?

Tabii ki kapitalizmin periferisinde sıkışıp kalmış, kapitalizmin tehditlerine teslim olmuş ya da bunlar altında ezilmiş ebeveynlerin çocukları. Peki bu mekanizma nasıl çalışır?

İnsanlar kapitalizmin kazanan kaybeden şeması içerisinde korku duyarlar ve çocukları da bu korkular ile birlikte yetiştirirler. Orta sınıf aileler çocuklarının bir üst sınıfa çıkmalarını ya da en azından kendi sınıflarında tutunmalarını arzular.

Tam da bu yüzden, onları ödül ceza mekanizması ile yetiştirirler. Sınavdan 90 aldığı için aferin alan çocukla mesaiye kaldığı için ücret değil aferin ve kişisel tatmin alan çocuk aynı kişidir.

Üstelik bu anne babalar bundan başka türlü bir öz değer kavramını bilmezler. Kapitalizm onları da hadım etmemiş midir? Televizyonda kapitalizmin değerlerinin işlendiği dizileri izlemiyorlar mi? Amaç zengin ve mutlu olmak, ve bakabildiğin kadar çok insana yukarıdan bakmak değil midir?

İşte tam da bu yüzden, kendini tanı mottosunun da tarihsel ve politik olduğunu kabul etmeliyiz. Kendini tanıma vizyonu ve sermayesi olan kendini tanır. Geri kalan kitleler kendilerini bir labirentin içerisinde bulur. Aynı Afrikalı çocukların açlığa mahkum olmasına benzer bu tablo. Aynı tablo, bu çocuklara gelen UNICEF yardımları ile bu çocukların katillerine aşık edilmesi ile devam eder. Emperyalizm hem döver hem de sever.

Kendini tanımayan yetişkin totoliterdir

Özgürlükten neden kaçarız diye sormuştu Erich Fromm. Ona göre, hümanizmin naifti, çünkü insanın içsel güçlerini dikkate almıyordu. İnsanlar içsel ve psikolojik mekanizmaları gereği, kendi zararlarına da olsa özgürlükten de kaçabilirlerdi.

Kendini tanımayan insanın içinde olduğu labirent de bu kaçış mekanizmalarından birisine denk geliyor bence. Çünkü kapitalizmin vaatlerinden, ancak içsel bir gelişim ve istikamet ile korunabiliriz.

Değerli olmak için başarı, tanınma ve ödüle orantısız bir açlık duyan birey, kapitalizmin hegemonyasına hazırlanmıştır ve hatta kurban edilmiştir. Okulda puan için, iş hayatında başarı için, ün için, mutluluk için… Ne için olduğu önemli değildir, önemli olan ödül peşinde koşmaktır.

Yarışmacılık da bu mekanizmaya eşlik eder. Birinci olduğunda mutlu olacağımızı düşünürüz. Oysa yarışmak, sonu olmayan bir değersizdir hissi uyandırır insanda. Dayanışma ise farklı bir şeydir ve farklı kışlık özellikleri ile birlikte gelişir.

Tam da bu labirentin iletişimsizligi ve hiyerarşiyi buyurmadı yüzünden, kendini tanımayan kişi özgürlükten kaçar ve totaliter kişilik özellikleri geliştirir. Kendisi ile ne yapacağını bilmeyen bir insan özgürlükle ne yapabilir ki?

Bu durumda olan insan için, büyük anlatılar ve komplo teorileri ile özdeşleşmek daha kolaydır. Çünkü uykuyu ve ölümü seçmek, kendi hikayelerini çağırır.

Yoga değil devrim özgürleştirir

Peki bu bağlamda Yoga gibi iyi yaşama ve kendini tanıma pratiklerinin sınırları nelerdir? Bu pratikler bizi özgürleştirebilir mi? Bence hem evet, hem de hayır.

Hayır, çünkü bu anlatılar kapitalizmin sosuna dönüşebiliyor. Yoga, terapi ve meditasyon günümüz kapitalizminin, tükenmişlik sendromuna uğramış bireyini labirente geri çağırma teknolojileri değil mi? Sağlıklılaşma her zaman bir topluma geri kazandırma ritüeli değil miydi?

Hayır, çünkü hegemonyanın içerisinde ya da sınırında nüvelenen hiçbir öğreti, toplumsal ve kültürel dönüşümle tamamlanmadıkça nihayetine edemez.

Hayır, çünkü insanlar budizmin iddia ettiğinin aksine mutluluğa ulaşmak istemiyorlar. Mutluluğun ve dinginliğin en büyük ideal olduğu yanlışını ilkçağ Yunan felsefesinde de görürüz. Burada eksiklik, insanın henüz derinlemesine analiz edilmemiş olmasıydı. İnsanlar mutluluktan kaçabiliyorlardı ve ne Buda, ne de Sokrates bunu bilmiyordu.

Budizm ve yoganın temelindeki yanlış

İnsan mutlu olmak istemez. Arzusunu tanımamak ve arzusundan kaçmak ister. Bu kaçış, yaşamın bir sapması değil, onun yapısıdır ve belki de ontolojik düzeyde gerçekleşir.

Arzunun özü mevcudiyet ile yokluğu bir araya getiren bu yapıda bulunur. Biraradalık rastlantısal değildir: Mevcut olan kendisinde yok olduğu ya da yok olan mevcut olduğu ölçüde arzu vardır. Arzu gerçekte mevcut olanın yok olmasından doğar, oluşur ya da tersi; orada olan orada değildir ve orada olmak ister, kendisiyle buluşmak, gerçekleşmek ister ve arzu mevcudiyet ile yokluğu birbirine karıştırmaksızın bir arada tutan bu güçtür sadece.

Niçin Felsefe Yaparız?, Lyotard, s.26

İnsan ne arar sorusuna, basitçe mutluluk cevabını veremeyiz. Çünkü mutluluk, var olur olmaz yok olur ya da başka bir şeye dönüşür. Evet, insanların sevgi, tanınma, gelişme, paylaşma gibi ihtiyaçları vardır. Ama bu ihtiyaçlar ve bunlarla birlikte bir şeye dönüşme, bir dönüşümün içerisinde olmak; söyleyebileceğimiz en son şeydir.

Wittgenstein’ın söylediği gibi, konuşulamayan hakkında susmalıyız. Ama bu durum, ne yogayı, ne zen budizmini suçlu ya da nafile de yapmaz. Nafile bir çaba olan, insanın kendisidir. Ve dönüşecekse, her şeyi ile birlikte dönüşecek ya da çürümeye devam edecektir.

Ne yapmalı?

Yazının sonunda Lenin’in sorusuna döndük. O halde onun cevabı ile de ilişkideyiz, yani devrimle. Devrim olmadan, ne kapitalizmin hegemonik çemberinden ne de ödül merkezli yarışmacı bakış açısından çıkamayacağız. Ama hangi devrim?

Bugün sürekli devrim teorisini, devrimci olay kavramı ile karşılayabiliriz. Devrimci olay, ülke ya da dünya çapında politik bir eylem ya da dönüşüm olabileceği gibi, kişisel alandaki bir dönüşüm, belki de sadece meditasyon yapmak bile olabilir. Ve bu farklı ölçekler, insan hikayesinin tamamını oluşturur.

Bizim aradığımız olay, bu hikayede bir dalgalanma yaratmaktır. Bunu yaratabilirsek, hem topografyayı hem de gezgini dönüştürmeyi umabiliriz. Hem içimizdeki hem de dışımızdaki çocuklar ancak böyle kurtulabilir.

Yani kendini tanımak, ancak dönüştürücü bir eylem sonrasında mümkün olur. Bu olay, aşık olmak, meditasyon yapmak, istifa etmek gibi çeşitli olaylardan birisi olabilir.

“Kendini tanımamak ve ödül labirenti” için bir cevap

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: