Sonsuzluk ve bir gün (1998): Sonsuzluk bizi nasıl işaretler?

Sonsuzluk ve bir gün, yaşanmış ve yaşanmamış günlere bir ağıt. Zamanın dönüşsüzlüğü, ayırıcılığı ve birleştiriciliğine; yani büyüsüne çok güçlü şekilde işaret ediyor Theo Angelapoulos.

Film, ölümün eşiğindeki ünlü bir yazarla, yaşamın tehlikelerinin kıyısındaki bir sokak çocuğunun karşılaşmasını ve kısa yolculuğunu anlatıyor. Bu yolculuk, sadece Yunanistan’ı ve filmin şimdiki zamanını anlatmıyor; aynı zamanda iki ülkenin acılarına, göçün trajesine, anıların yakıcılığına ve ferahlatıcılığına, yaşamın kırılganlığına ve geçiciliğine, yalnızlığa ve güzelliğe de değiniyor ve bunları kat ediyor.

Sonsuzluk ve bir gün‘ün konusu ve çekirdeği zaman kavramı. Zaman bizleri nasıl birbirimize bağlıyor ve birbirimizden ayırıyor? Nasıl hem bugünde hem geçmişte yaşarız? Nasıl hem yaşayanlardan hem de ölülerden acı çekeriz?

Sonsuzluk, yaşam ve güzellik nasıl birbirine bağlanır? Zaman neden yaşamın merkezindedir? Ve sonsuzluk, zamanın bir kipi olarak bize neleri verebilir? Sonsuzluk bizi nasıl işaretler?

Bu yazıda sonsuzluk ve bir gün filmi bağlamında bu konuları tartışalım.

Zamanın çapraşıklığı, eşanlılık ve hüzün

Filmin ilk önemli özelliği, zamanın gündelik kronosçu yani artsayımlı modelini sorunsallaştırması. Zaman nasıl işler? Ve neden zamanın içinde olsak da onun ne olduğunu bilmeyiz?

Agistinus, zamanın ne olduğunu birine açıklamak zorunda kalana kadar bildiğimi, birisi bunu bana sorduğunda ise bilmediğini söylemişti. Zamanın gündelik – doğal kavranışı, hepimizle birlikte işler. Bu kavrayış pratik anlamda işe yarasa da, zamanı ve yaşamı tasvir etmekte yetersiz kalır.

Zaman aslında yarıklar ve üst üste binmelerle ilerler. Bugündeyizdir ama aynı zamanda anılarımızla birlikte yürüyoruzdur çünkü. Bir koku, bir ses, bir tavır geçmişi bir yırtıktan bugüne getiriverir.

Filmin kahramanı annesini ziyarete gider ve onun hadi yemeğe çağrısıyla çocukluk anılarına dalıverir. Bu sahnelerde aktör, yaşlılık kıyafetleri ile dolaşır ve bu anların ulaşılamazlığını daha da dayanılmaz hissederiz. Ama burada tek hüzün, anıların ulaşılmasını yani zamanın dönüşsüzlüğü müdür?

Bence hala kronosçu zaman düşüncesinin içindeyiz. Burada asıl hüzün, tüm bu anların eş anlı olması ve geçmişin geleceği, geleceğin geçmişi yaratmasıdır. Transandant özne, anın içerisinde birden fazla ana dokunarak ve belki de bunlar tarafından dokunularak yaşar. Yani zamanın topografyası, lineer değil ahtapot gibi çapraşık ve girifttir.

Peki hüzün nerededir? Hüzün, yaşamın bu zengin kavranışından ne kadar uzak olduğumuzdur. Gündelik hayatta ne kadar yarışmacı, kendimize ve başkalarına karşı ne kadar acımasız, ne kadar kaskatı olduğumuzu fark ettiğimizde yükselir.

Çünkü hepimiz filmin kimsesiz çocuğu gibi yalnız ve çaresiziz. O çocuktan tek farkımız ise, bunu kabul edebilecek kadar saf ve güçlü değiliz biz yetişkinler. Korkuyorum demek cesaret ister.

Aynı zamanda aynı onun gibi yaşamın karşısında korku ama aynı zamanda merak içerisindeyiz, onu keşf etmeye ve onunla büyülenmeye dünden razıyız. Sonsuzluk ve bir gün, çocuk yanımıza ve cesaretine seslenmeyi başarabiliyor.

Yaşamak ve yaşamı sorgulamak

Yaşamaktan neden korkarız? Bu soruyu yanıtlamak kolay değil. Yine de yaşamaktan korktuğumuz için, pek çok kaçış yolu aradığımızı ve bulduğumuzu biliyoruz. Sonsuzluk ve bir gün, yazarın kaçamayışının hikayesidir.

Yaşamak üzerine düşünmek de bu kaçış yollarından birisi olabilir. Montaigne denemeler’de felsefe ile fazla ilgilenmenin zararlı olabileceğini söyler. Melih Cevdet ise kitap okumadan önce çiçeklere su vermek gerekir diye yazar. Bunu, ne için okuduğumuzu bilmeli ve yaşama özen göstererek okumalıyız diye anlıyorum.

Filmin kahramanı da, aynı hastalıktan muzdariptir. Bir yaşam boyu mesleğinin ve sanatının peşinde koşmuş, bu esnada sevdiği kadını, ailesini ve kendini ihmal etmiştir. Yazarın bu hali, hepimizin hayatına benziyor.

Ama yazarın özel bir çelişkisi daha var. Eğer sanatın büyüsü, yaşamın büyüsünü görünür kılmaksa, üretirken ve üretmek için yaşamı harcarken, sanatçı doğru yöne doğru mu koşmaktadır?

Hepimiz bir yerlere doğru koşuyoruz. Öyleyse hareketin niteliğine odaklanmalı. Yazarın yıllardır üzerinde çalıştığı yarım bir şiiri bitirememesi, bence iyi bir motif sunar bu tartışma için. Peki şiir nasıl tamamlanır?

Yazar şiirini, tam da ölümle karşılaştıktan sonra yazmaya başlar. Çünkü aynı İran Ilyiç gibi, korkuları ve kılganlıği ile yüzleşmeye başlamıştır. Oysa kaçılan, sanat ve dizeler bile olsa, bu hareket hiç kimseyi, ne yazarı ne de okuru yaşama yaklaştırmaz.

Ama şiir yaşamdır. Tam da bu yüzden, şiirini yaşamının son gününde bitirir filmin kahramanı. Aynı Sokrates’in ölümüyle felsefesini ve sonsuzluğa biatini ispatlaması gibi. Kriton’un sonunda bir horoz adar Sokrates. Ve iyileştim der. Peki neden yaşamının son gününe kadar iyileşmemiştir?

Çünkü yaşam her zaman bitmemiş bir şiirdir. Bu şiiri, yaşamımız üzerine çalışarak bitirebiliriz ancak. Poetika üzerine çalışmak, pedagoji ve kültür öğretimi için önemli olsa da, kendiliğe bir katkı sunmaz. Ama üzülmeye gerek yok, çünkü her yaşam eksiktir. Önemli olan bu eksiklikle nasıl baş ettiğimiz, onu nasıl kabul ettiğimiz ya da nasıl görmezden geldiğimizdir.

“Yaşamı tanımak için o kadar çok vakit harcadı ki, kendisi yaşayamadı.”

Sevgi, sonsuzluk ve yalnızlık

İlginç olansa, kendisine bir yalnızlık inşaa etmiş ve bu kaleye son gününde bile kimseyi davet etmeyen yazarın, kimsesiz bir sokak çocuğuna benimle kal diyebilmesidir. İkisi de yalnız olduğu için mi bu cesareti göstermişti? Yoksa çocuk saf ve yaşam dolu olduğu için mi?

Çocuk yaşamdan, yazarsa ölümden korkmakta ve bunu birbirlerine itiraf edebilmektedir. Bu durum, ikisini de sonsuzluğun birleştirmesine yol açar.

Neden anne? Neden hiçbir şey istediğimiz gibi olmuyor? Neden çaresizce acı ve arzularla ikiye bölünerek çürümek zorundayız? Neden hayatımı sürgün geçirdim? Neden yalnızca o nadir anlarda kendimi evimde hissettim? … Söyle anne, neden sevmeyi bilmiyoruz?

Sonsuzluğun hafifliği

Sonsuzluk ve bir gün‘ün ünlü otobüs sahnesinde sonsuzluğun perdesini müzik açar. Kahramanlarımızın son yolculuğudur bu, çocuk gemiye binip şehirden ayrılacak, yazar ise sabah hastaneye yapacaktır.

Yazar, eksik şiiri otobüste şairle karşılaşarak bitirir. Son dize şudur: Hayat tatlı… ve hayat tatlı. Yazar ayrılırken sorar: Yarın ne kadar sürer? Cevabı Anna verir: Sonsuzluk ve bir gün.

Filmin son sahnesinde, Anna ve aile yıkık dökük eve misafir olur. Yazar, hastaneye gitmeyeceğini, yarın için yeni planlar yapacağını söyler. Bir çocuk gibi şendir bunları söylerken. Üzülmeme ve korkmama gerek yokmuş der. Bana kelime satacak birisini her zaman bulabilirim, yalnızlığımı aşacak cesareti kendimde bulabilirim.

Peki hayatının eksik heyecanını ve canlılığını son gününde bulması dramatik değil midir? Bu soruya hayır cevabını vereceğim. Çoğumuz onun kadar bile şanslı değiliz bence. Üstelik zamanın geniş kavranışında, bir an bir ömür ile eşdeğer sayılabilir. Önemli olan o an’ın içerisine sığanlar ve insanın içerisine sığabilecek olanlardır.

Sonsuzluk ve bir gün’ün büyüsü

Sonsuzluk ve bir gün, zamanın ve yaşamın büyüsünü duyumsatmayı başarıyor. Yaşamın kırılganlığı, geçiciliği ve cezbediciliği daha iyi anlatılabilir mi? Bir sanat eserinden bundan daha fazlasını bekleyebilir miyiz?

Sonsuzluğa ulaşmak için, ahlaki eylem ve sanat dışında hangi şansımız var? Din ve mitojinin sonsuzlukla bir ilişkisi olsa da, günümüz koşullarında hala sonsuzluğu duyumsatabiliyorlar mı? Siyasal İslam’ı yaşamış bir ülkede bu soruya evet cevabını vermemiz zor.

Yaşamın güzelliği ve kırılganlığı arasındaki gerilim, insanın dimağını kamaştırır. Bu gerilimden kaçarsak, uykuda yaşayacağız. Onunla yüzleşmeyi göze alırsak, çok daha esnek ve güçlü olabiliriz.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com’da Blog Oluşturun.

%d blogcu bunu beğendi: