Martin Eden, zihin ve beden emekçisi biz gençlerin en sevdiği romanlardan, peki ya bizim neoliberalizm tarafından köleleştirilmemize benzer bir hegemonik baskı türüne maruz kalıyorsa roman kahramanı? Martin Eden’i mutluluk değil ama başarıya ulaştıran uzun çabalarının kaynağında ne vardı? İçten gelen bir arzu mu, yoksa sistemin onu zorladığı sınıf atlama, başarılı olma ve tanınma güdüsü mü? Martin Eden’in aşkı ne kadar romantikti ve neden onun felaketi olmuştu?
Martin Eden ve sınıfsal uzaklık
Kitabın başında, Bay Eden hayatını kurtardığı burjuva bir genç tarafından, ‘medeni’ bir akşam yemeğine çağırılır. Kendisini bir kavgadan kurtardığı için ona teşekkür etmek ve bu kaba adamla biraz eğlenmek ister burjuva aile. Gemi adamı Martin Eden, burjuva dünyaya yabancıdır ve onun tarafından hem tehdit edilir hem de sessizce kendisine çağrılır. Eden, bu çağrının cazibesine karşı koyamaz ve Ruth’a aşık oluverir.
Bu sahnenin stimmung’unu hatırlayalım. İçine girdiği yeni dünyanın temizliği, karmaşıklığı, nezaketi karşısında büyülenir Eden. Bu büyü çok tehlikelidir. Çünkü hem kurbanını kendisine çeker, hem de ona sürekli aradaki mesafenin büyüklüğünü hatırlatır.
Sınıfsal cazibe diyalektiği, yemekte de, aşık olacağı kızla ilişkisinde de, kızın iç dünyasında da sürer. Bir ondan hoşlanır, bir onu iter kız. Aynı içinde olduğu dünya gibi. Ve bu dünya, Eden’de fethetme, ona sahip olma ve olan katılma arzusu uyandırır. Bu tam da egemen sınıfın ilkesidir: Ya benim gibi hakim olursun, ya da bana yaklaşamazsın. Bay Eden bu çağrıyı duymuştur bir kere. (Bu çağrı onun için bir kadının aşkında cisimleşmiş olsa da.)
“Halbuki Martin, fabrika kızlarının, işçi sınıfından kadınların sert ve nasırlı ellerine alışıktı. O ellerin neden böyle sert olduğunu biliyordu elbette. Ya Ruth’un elleri… Yumuşaktılar, çünkü hiç çalışmamışlardı. Geçinmek için çalışmak zorunda olmayan bir kişiye dair o dehşetli düşünce aklından geçince Ruth ile arasındaki boşluk daha da büyüdü. Çalışmayan aristokrat kesimi düşündü.”
Jack London, Martin Eden, 34

Romantik ‘yanlış’ aşk
Aşk gibi yüce bir duygu yanlış yaşanabilir mi? Ya da bizi kötü etkileyebilir mi? Tabii ki evet, bunu deneyimimiz gereği biliyoruz zaten 🙂 ama Martin Eden örneğinde bu durum kristalize olur.
Aşk, Spinoza’yi takip edersek, iki insanın birbirlerinin güçlerini ve sevinçlerini arttıracak bir karşılaşma yaşamalarıdır. Bu karşılaşmada her iki özne de aktifitir ve birbirlerine çok şey katsalar da birbirlerinin hayatlarını kısıtlamazlar ve birbirlerini tutku haline de getirmezler. Çünkü tutku özgürlüğün ve sevincin, yani aşkın karşıtıdır.
Martin Eden için ise, Ruth’a yönelik duyguları giderek aşktan tutkuya dönüşür. Bu tutku aslında, daha güzel bir yaşamın tutkusudur. Entelektüel zevkleri kapsayan, ama yaşamdan, eğlenceden, güzellikten vazgeçmeyen, yeni bir yaşam isteğidir bu. Ama buna nasıl ulaşılacaktır?
Başka bir yere gitmek istemektedir Bay Eden. (Hepimiz gibi.) Ama bunu nasıl yapacağını bilmemektedir. Bunun içerisinde olduğu düzende neden gerçekleşemediğine ilişkin ekonomik-politik açıklaması olmasa da, bunu bilmektedirler. Yani aslında, bu düzeni değiştiremediğinden, düzenin daha iyi ve Ruth’a daha yakın bir yerinde konumlanmak, “sınıf atlamak” istemektedir.
Bu sınıf atlama isteğinin, aşkla sarılı olması onu neden romantik hale getirsin ki? Bu noktada Bay Eden’in aşkının saflığını tartışıyor değilim. Hiçbir aşk saf değildir, her duygulanım çapraşıktır, arzu her zaman şaşırtır ve her birimiz birden fazla kişiyiz. Ama şunu da unutmayalım, aşkın kendisi hiçbir yaşamı ya da arzuyu kutsal hale getirmez.
“Büyük adammış,” dedi Martin samimiyetle. Ama bu hikâyede onun güzelliğe ve hayata dair duygularını rahatsız eden bir şey vardı. Bay Butler’ın hayatında bu kadar yokluk ve yoksunluk çekmesi için yeterli neden göremiyordu. Bir kadının aşkı uğruna veya bir güzelliğe erişmek adına yapsaydı, anlayacaktı. Tanrı’nın çılgın âşığı, yılda otuz bin dolar için değil, tek bir buse için her şeyi yapabilirdi. Bay Butler’ın başarısı onu memnun etmedi. Bu hikâyede bir saçmalık vardı sonuçta.
Jack London, Martin Eden, 65
Sınıf savaşı ve hegemonya
Martin Eden neden sınıf savaşını sadece gündelik hayatta değil, zihinsel ve duygusal yaşamında da sürdürür?
Sınıflar arası ekonomik-politik mücadele her alanda devam eder çünkü. Konu bir yandan kaynakların bölüşümüdür. Bu mücadelenin bir diğer boyutu ise sınıfın kendi vicdani ve toplumun vicdanı önünde haklı çıkmasıdır. Bu ne demektir?
Tarihi kazananlar yazdığı gibi, kültürü de egemenler şekillendirir. Tabii ki ezilenlerin de kısmi katkısı ile. Fakat emekçilerin buradaki katkısı, kendilerini egemen kültüre entegre edebilecek bağlanma mekanizmalarını sağlayacak kadardır.
Sınıflı toplum, neden kendi yapısal özelliklerini haklı çıkarmak zorunda kalır? Şiddete dayalı politik savaşı kazanan sınıf neden kültürel alanda da haklı çıkmak zorundadır? Konuyu vulgarize edersek, cevap ortaçağda yaşamıyor oluşumuzdur.
Ortaçağda toplumsal sınıflar arası geçiş kapalı olduğundan, düzenin haklılığı kutsal anlatı ve buna dayanan çileci ahlakla kolayca sağlanabiliyordu. Fakat bugünün geçişli ve değişken, dahası yeni anlatı tekniklerine açık toplumunda durum bu kadar basit değildir. Komünizm fikri yenilmiş olsa da, emekçiler bir şekilde düzenin çarpıklığını sorgulamaya başlayabilirler çünkü.
Tam da bu yüzden, neoliberal düzen savaş alanını zihnimizin içinden başlatır. Başarılı olan emekçi / girişimci kendisini kurtarır, başarılı olmayan ise kendi başarısızlığının bedelini öder.
Kimsin sen? Nesin? Nereye aitsin? İşin aslı, sen Lizzie Connolly gibi kızlara aitsin. Çalışanlar ordusuna, tüm o aşağı, kaba, çirkin insanlara aitsin. Sığırlara ve ağır işlere, kötü kokular içindeki pis muhitlere aitsin. İşte bayatlamış sebzeler. Patatesler çürüyor. Onları kokla lanet olası, kokla onları.
Jack London, Martin Eden, 91
Martin Eden’in kendini geliştirmeye adadığı sonsuz emeklerin ve çileci aşk hikayesinin işte bu açmaza yaşlandığını düşünüyorum. Modern dünyanın başarı düsturu ve klasik dünyanın romantik aşkı, Martin Eden’i köşeye sıkıştırır ve intihara sürükler. Aslında yeni dünya ve eski dünyanın buradaki tehlikeli işbirliği, üzerine düşünmeye değerdir.
Martin Eden’i neden seviyoruz?
Çünkü yaşama yeteneklerimizin ve olanaklarının giderek azaldığı bir ülkede ( ve dünyada) yaşıyoruz. Çünkü sistematik olarak geleceksizleştirildiğimiz ve kendimizi gerçekleştirme olanağından uzaklaştığımız bir kültürel topografyamız var. Evet, hayat her zaman anlamsızdı, ama bu sebeplerle ona anlam yüklemek giderek zorlaşıyor. Ve sahip olabildiğimiz anlamlar da giderek daha çileci oluyor.
Second’ın şarkı sözlerini hatırlayalım: “Mutsuzum işte var mı diyeceğin/ takvime baktım yok bir geleceğim” İçinde olduğumuz durum bu. Tabiki bu durumda yapılacak şey kaçmak ya da teslim olmak değil sadece, zaten tamamen teslim olmuş da değiliz. Politik bir nesil olmasak da, kendi bildiğimiz şekillerde yaşam alanımızı genişletmeye çalışıyoruz ve çalışmalıyız.
Bence Martin Eden’i içinde olduğumuz bu anlamsız ve çileci durum sebebiyle seviyoruz. Çünkü Bay Eden en başından beri Ruth’u saf bir aşkla sevse de, Ruth’un ailesi onu sadece bir damızlık hayvan olarak görmüştü. Onu ailelerine ve sınıflarına asla almayacaklardı. Ve kitap bunu bize ilk sahnelerden itibaren hissettirmişti. Eden’in saflığında, başarısızlığının kesinliğinden beslenen bir melankoli vardı. Martin Eden’in kitap boyunca en büyük hazzı, aşkı değil giderek artan hıncıydı kanımca.
Ama Martin Eden’in saflığı temiz değildi. Bizim de bugün Eden’in hınçla karışık melankolisine hiç mi hiç ihtiyacımız yok. Gerekirse anlamsız bir sevgi ya da öfke duyalım hayata karşı. Ama kendimizi haklı çıkaran hınçla karışık melankolik aşk, binlerce yıl geride kalmalı bizim için. Ne de olsa bir geleceğimiz yok artık. Sadece şimdiye tutunmayı öğrenmeliyiz.