Bu yazıda günümüz Türkiyesi’nde liyakatin göz ardı edilmesiyle gelen yozlaşmayı tartışalım. Açıkça söylemeliyim: Liyakatin önemi üzerine bir söylev olmayacak bu. Bunu bu ülkede önemsemediğimizi zaten biliyoruz.
Soru şu: Liyakate dayalı bir sistem daha akli, daha efektif, daha öngörülebilir olduğu halde neden bunu seçmiyoruz? Neden liyakatin ikinci plana atılması neredeyse bir kural? Türkiye’de neden liyakat yerine sadakata önem verilir?
Daha da ileri giderek şunu da söyleyebiliriz: Neden bizim için liyakatin ön koşulu yetenek değil de sadakat ve aidiyet? Türkler neden liyakate önem vermez?
Türkiye ve liyakat
Liyakat, bir işi yapabilme yeteneğine sahip olmak, layık olmak ise, işin gerektirdiği özelliklere sahip olmaktır. Liyakat üzerine konuşulmaya başlanınca, tarihçiler ve diğer yetkililer çok uzun nutuklar atar.
Liyakatin önemi anlatılırken, birçok referans verilir. Örneğin bir Türk İslamcı, liyakatin adalet ve imanla bağlantısından dem vurabilir. Liyakatli uygulamaya sebep olacaksa faydalı da olabilir bu anlatı. Tarihsel bağlama girmeyelim, ancak Osmanlı Devleti yarı dinsel bir imparatorluk olarak, 600 yıl kadar var olabildiyse belli bir liyakat anlayışına sahip olduğunu, bu ilkeye göre memurların iş yaptıkları tahmin edilebilir.
Ayrıca Türk siyasi tarihine baktığımızda, Türklerin çok fazla sayıda devlet kurduklarını görürüz. Bu devletlerin bir kısmı çok uzun ömürlü olmasa da, Türk kültürü içerisinde devlet kurma ve yönetme bilgisi bulunduğuna göre, belli düzeyde bir liyakat anlayışı olduğunu tahmin edebiliriz.
Tüm bu tahmin ve anlatıları yanımızda tutsak da tutmasak da, günümüz Türkiye’sinde bambaşka bir tablo ile karşılaşırız. Liyakatin yerini pek çok zaman sadakat ve adam kayırmacılığın aldığını görürüz. Yaşlılarımız hala gençlere devlete kapağı atamadın mı demiyor mu? Bu feodal devletçi anlayışın, liyakat düzeni ve anlayışı ile ilişkisi nedir?
Günümüz Türkiye’sinde yozlaşma ve liyakat
Günümüz Türkiyesi’nin en önemli problemlemlerinden biri, liyakatın çoğu alanda göz ardı edilmesi. Aynı sebeple doğru yöneticileri seçemiyor, sağlam binalarda yaşayamıyor, sağlıklı gıdaya ulaşamıyoruz.
Tek sorun bu değil elbette; gelir eşitsizliği, cahillik, kontrol mekanizmalarının yetersizliği, ahlaki ve kültürel yozlaşma… Tüm bu etkenler sahada mevcut. Ve bu etkenler, hem liyakatsızlığı güçlendiriyor, hem de ondan güç alıyor.
Ama bu sorunların ciddi bir kısmının liyakate dayalı olmayan iş yapma pratiğimizde cisimleştiği açık. Öyleyse sorumuzun peşine düselim: Neden liyakate değil, sadakate önem veriyoruz? Neden akıl değil, duygular ve aidiyet öncelikli bizim için? Liyakata önem vermememizin kaynakları nelerdir?

Liyakat ve sadakat
Liyakat, bir işi yapmaya muktedir olmak manasına gelir. Mantıken, bir işi yapması için seçilen kişinin liyakate sahip olması beklenir. Fakat hikaye her zaman bu şekilde devam etmez.
Bazen, bir konuma gelecek kişinin o iş dışındaki yan özellikleri daha çok göz önüne alınır. Bu özellikler, tuttuğu takım, üye olduğu parti, nereli olduğu, dini aidiyeti vs olabilir. Yani bir işi yapabilen iki kişi arasında tercih yapılmak zorunda kalındığında, tuttuğu takım ya da adli sicil kayıtları ikincil tercih sebepleri olabilir.
Ama bazen bu kriterler öyle noktaya varır ki, o işi yapmak için seçilen kişinin o işi yapabilmesi bile aranmayacak ve sadece siyasi tercihlerine bakılabilecektir. İşte bu noktadan itibaren, yapılan hiçbir işin kalitesi sağlanamaz hale gelir.
Çünkü önemli olan, işi yapacak olan kişinin liyakati değil sadakatidir artık. Varsın iş yapılamasın. İşi bizim adamlarımız yapsın, bizim çocuklar para kazansın. Devletin malı deniz yemeyen keriz hesabı.
Bu noktada liyakat gibi şehirli ve modern bir ilkeden, sadakat gibi feodal bir değer ve ilkeye savrulduğumuzu fark edeceğiz.
Feodal değer ve bağlar neden aşılamaz?
Türkiye son 40 yılda kısmen sanayileştiği ve neoliberalizmle iç içe bir ticaret üssüne dönüştüğü halde, neden feodal değerlerden kurtulamıyoruz? Cemaatten cemiyete neden geçilemez?
Bu noktadaki şaşkınlık, kabaca Marksist teoriye ve liberal akılcılığa dayanır. Marksist teoriye göre, sanayileşme işçi sınıfı oluşturur, bu ise köyden kente göç manasına gelir. Kente gelen insanlar daha fazla sayıda ve daha farklı insanla, akli ilişkiler kurmak zorunda kaldığından, ister istemez modernleşir. Benzer bir süreç, liberalizm bağlamında da gerekçelendirilebilir. Ticaret yapan insan, dünyaya açılır ve evrenselleşerek akılcı hale gelir.
Köylü varlığına mesleki meşguliyetler yön verir ve ona tamamen nüfuz eder… köylü aile kentli aileye kıyasla daha geniş ve sağlam yapılıdır… kentte ise aile doğadan ve geniş aileden kopmuştur ve kendi kendine yetmek zorundadır. Bu nedenle daha hassas ve daha istikrarsızdır.
Toplumsal Sınıfların Psikolojisi, Halbwachs, s.42
Fakat bu tarz teoriler, her zaman ve her yerde aynı şekilde geçerli olmaz. Bunlar aslında korelasyona dayalı teoriler. Hikayemizde korelasyonu bozacak olan ise, Anadolu’nun kendine özgü modernleşme tarzı.
Ekinsu Devrim Danış, “Forms of labor control, consent and resistance in Islamic enterprises: A study of a factory in Kayseri / İslami şirketlerde emeğin denetim biçimleri, rıza ve direniş:Kayseri’de bir fabrika örneği” isimli makalesinde, tam da bu özel modernleşme biçimini inceler.
Kayseri özelinde bir fabrikanın incelenmesi ile başlar hikaye. Fabrika, işçileri aracılar vasıtasıyla bulur. Aracılar eski köylülerdir ve kendi memleketlilerini ya da din / tarikat mensuplarını fabrikada işe alır. Sonuç bellidir: Kısa sürede feodal ilişkiler şehir peyzajında yeniden üretilir ve kırsal kültür, dini değerler ile ikame edilir. Bu değerler aynı zamanda işçilerin işverenler tarafından kontrolünü de kolaylaştıracaktır.
Benzer bir örnek, gecekondu kültürüyle de ilişkilidir. 20. yy Türkiye’sinde devlet sanayileşme hızıyla paralel konut üretimini teşvik edemediğinden / sunmadığından, gecekondu kentler ortaya çıkar.
Gecekondu, bir gecede yapılan ve yoğun dayanışma örneği olan bir eylemdir. Bu ihtiyaç gereği, şehirde akrabaların ya da memleketlilerin gruplaşmaları artar. Ve bununla paralel olarak, cemaatten cemiyete geçiş sekteye uğrar.
Yani modernleşme, her örnekte aklileşme ile birlikte gitmek zorunda değildir. Sadakat gibi bir feodal değer, ülkemizdeki gibi özel bir durumda modernleşmenin önemli bir parçası olabilir.
Neden doğuda merkeziyetçilik ve sadakat kültü daha güçlü?
Bu zor bir soru ve bir önyargıya dayanıyor olabilir. Ne de olsa bir kültürün daha merkeziyetçi olduğunu söylemek kolay değildir.
Ama örnekler üzerinden gidebiliriz. Örneğin almanya neden bizim ülkemize nazaran daha az merkezi, daha yaygın ve çevrel bir şehirleşme durumuna sahip?
Bu sorunun cevabı almanların şehirciliği ve bilimi dikkate almaları belki de. Ama farklı cevaplar da var. Bir cevap, almanyanın bütünlüğünü geç kurması ve prensliklere dayalı bir yapıdan gelmesi olabilir.
O zaman soru değişir. Neden almanya prenslikler ve kontluklar halinde gelişirken, Anadolu ve Ortadoğu’da güçlü devletler kuruldu?
Bu sorunun cevaplarından birisi, Marksist Asya tarzı üretim tipi (ATÜT) tezidir. Bu teze göre, doğa uygarlıkları çok daha merkezi devlet yapıları kurmuştur. Bu toplumlarda güçlü despotlar, tarımla uğraşan geniş halk kitleleri üzerinde egemendir.
Asya tipi üretim tarzı, Karl Marx tarafından 1850’lerde geliştirilmiş, Asya toplumlarında merkezî şehirlerde yaşayan despot yönetici sınıfın, köylerde yaşayan genellikle farklılaşmamış ve büyük oranda otarşik toplulukların sermaye fazlasını direkt olarak istimlak ettiğini öne süren bir teoridir.
Vikipedia

Bu sürecin gelişimi ile ilgili çeşitli görüşler mevcut. Bir görüşe göre, doğuda doğa koşulları daha zorluydu ve tarım alanlarının sulanması ortak bir devlet aklını gerektiriyordu. Mısır’da çok kadim bir devletin kurulma sebebi de buydu. Ama bu tezin Türkiye tarihi ve Osmanlı’daki tezahürlerinin izini süren eleştirmenler de vardı. Örneğin İdris Küçükömer şu yorumları yapar:
…üretim aracı sahibi olmak artık üründen bir kısmını alabilmek ve bunu devam ettirebilmek, padişahla ters düşmemeye, ona sadakate bağlıydı. Ayrıca artık üründen bir kısmının elde edilmesine yarayan mevkilerin, eski ve yeni katılan yöneticiler, askerler arasında değişebilirliği bunların arasında bir grup beraberliği değil, tersine rekabeti teşvik ederdi. Bu rekabet onların grup olarak güçlenmemelerini ve sadece padişaha tabi olmalarını sağlardı. Bu özellik, ekonomik gelişmeden çok, Asyatik despotluğu sağlayan bir denge biçimiydi.
Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, s.46
Bu teze göre, Türkiye gibi ülkeleri değerlendirirken merkeziyetçilik durumu dikkate alınmalıdır. Ama bu tezin pek çok eleştirisi mevcut ve sandığımızdan çok daha geniş bir tez. Bizim için bu teoriyi inceltecek birisine ihtiyacımız olacak. O kişi de doktor, yani Hikmet Kıvılcımlı.

Türkiye ve kendine özgü kapitalizmi
İddiamı en baştan yazayım: Türkiye kendine özgü sermaye birikim teknikleri sebebiyle, feodal değerleri tam da kapitalizmin göbeğinde barındırıyor. Peki bu hikaye nasıl gelişti?
Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de kapitalizmin gelişimi kitabında, Osmanlı’dan bakiye ilişkilenme biçimlerinin günümüz Türkiyesi’ni etkilediğini söyler.
Osmanlı’da sermaye, ağırlıklı olarak devlete ve az sayıdaki ağaya / derebeyine aitti. Ticaret ise çoğunlukla gayrimüslimlerin elindeydi. Türkler ağırlıklı olarak askerlik ve yöneticilik ya da tarımla uğraşıyordu.
Bu durum, özellikle kapitülasyonlar döneminde sıkıntı yaratmaya başlamıştı. Çünkü emperyalistler, kapitülasyonlar ile birlikte kendi tebaaları olan azınlıklara ayrıcalıklar veriyor ve bunların sermaye birikimini daha da hızlandırıyordu. Osmanlı dönemindeki katliam ve milliyetçilik akımları, ağırlıklı olarak kapitalizmin bu eşitsizliği köreklemesinden kaynaklanıyordu.
Osmanlı son döneminde devlet adamları, bu yüzden yapay yollarla yerli kimselere sermaye birikimi sağlamaya çalıştı. Bu yollar, devlet mallarının peşkeş çekilmesi, savaş ekonomisinde paşaların devlet alımları yoluyla zenginleştirilmesi ve katliamlar / talanlar yoluyla doğrudan servet aktarımlarıydı.
Tam da bu yüzden, Türkiye’ye bakiye sermaye sahipleri, bu katliamlardan arta kalan az sayıdaki gayrimüslim, eski sistemden bakiye derebeyler ya da devlet eliyle zenginleştirilmiş kişilerdi.
Bu kesimler, akli ve liyakata dayanan yollarla zenginleşmediklerinden, feodal değerlere ve yönelimlere dahipti. Bu kişiler, en kolay yolla para kazanabilecekleri yollara yöneldiler, fırsat eşitliğine dayanan her türlü sistem ve değeri reddettiler ve devlet yöneticileri üzerinde etkili olarak Türkiye’yi şekillendirdiler.
Yalçın Küçük’ün de söylediği gibi, tam da bu yüzden Türkiye zenginleri devlet karşısında korkak ve çekingenlerdi. Fırsat eşitliği ve girişimcilik gibi en önemli kapitalist ilkeleri prensipte hiç savummadılar ve statükodan yana oldular.
Feodal değerler ve korku
Sermaye sahiplerinin bu eğilimleri, feodal değerlerde kaynak bulduğu gibi, aynı zamanda bunları da besliyordu. Bu döngü, statükonun korunmasına dayanıyordu çünkü.
Egemen sınıfın kültür üzerindeki belirleyici etkisine ideoloji diyoruz. İdeoloji, bir kültürün hikaye ve değerlerine sızarak, egemenlerin çıkarlarına hizmet eder. Tabi bu etki, karşıtını da doğurur.
Fakat ideolojinin sesli ve açık etkilerindense, gizli etkileri daha tehlikelidir. Korku kültürü, bu bağlamda tam da bizim toplumumuzun bazı kodlarına denk düşer.
Korku, çeşitli kılıklara girebilir. Allah korkusu, din adamı korkusu, devlet korkusu, bir şey söylersem ne olur korkusu, birey olma korkusu…
Korku herkesleştirir insanları, çünkü insanlar korku yüzünden eylemi ve gelişimi değil, çürümeyi ve uykuyu seçmeye başlarlar. Feodal değerler, bir arada hareket etmeyi ve aynılaşmayı savunur.

Liyakat sisteminde yaşanan sorunlar son tahlilde siyasi bir konu değil, ülkedeki her bir vatandaşı doğrudan ilgilendiren siyaset üstü bir konudur. Çünkü 2016 yılında yaşanan darbe girişiminde sadece liyakat sistemini ihlal edenler değil birçok masum vatandaşımız da şehit ve gazi olmuştur. Şunu belirtmek gerekir ki liyakatle işe alınmış kişilerin, farklı siyasi ideolojilerde olsalar dahi, devlete ve millete zarar verecek darbe gibi eylemlerde bulunma olasılığı daha düşük olacaktır. Kayırmacılık yoluyla işe alınan bireylere nazaran iradelerini bir üst akla teslimiyet yönünde daha isteksiz olma olasılıkları daha yüksek olacaktır. Kurumlara liyakat esas alınarak yerleştirilen bireyler siyasal, kültürel, ekonomik seviye gibi bir demografik çeşitlilik sağlayarak sadece kurumlar içinde demokratik bir denge ve kontrol sistemi sağlayacaktır ki bu da ülke demokrasinin gelişmesi için temel yapı taşlarındandır.
Cumhuriyet sonrası Türk kamu yönetiminde liyakat sistemi uygulamaları, Gökdeniz, Aydemir, Çağan
Bizim korku kültürümüzün kaynağında ne var? Osmanlı’nın yıkılışı ve Kurtuluş Savaşı’nda çekilen acıların travması mı? Yoksa zenginlerin üstüne kondukları malları kaybetme korkusu mu? Ya da sadece kadercilik…
Bu soruların kat’i cevabını bulmak kolay olmayacaktır. Ama tarihsel süreç, korku kültürü ve buna dayalı sadakat arayışı arasında bir ilişki olması muhtemeldir.
Bu noktada bir ek olarak, sermayenin dinciliğe desteğine de dikkat çekebiliriz. Tarikatleşme, cemiyetin tam karşısındadır ve dini kullanarak çok kati bir herkesleşmeyi savunabilir. Bu noktada dindarlık ile dincilik (yani dinin / inancın istismar edilmesiyle avantaj elde etmek) arasında ayrım yapmak gerekeceğini de not olarak ekleyececeğim:
Disiplin dünyanın en pahalı üretimidir… Türk tarihinde disiplini en ucuza imal edebilen düzenlerden birisi ise islamiyettir.
Cengiz Özakıncı’dan aktaran Yalçın Küçük, Fitne, s.84
Recep İvedik ve liyakatin çöküşü
1990’lardan itibaren Türkiye’de önce karikatür dergilerinde, ardında dizi ve filmlerde görülen bir tip belirmeye başladı. Bu karekter en tembel, en özgüvenli, en doğal ve dobra yanımızla özdeşleşir ve kültürlü – okumuş ve zengin kesimlerden doğallığı ile intikam alır.
Recep İvedik, Çocuklar Duymasın’ın babası, Gora’nın Arif’i gibi pek çok karakter gördük. Bu karekterlerin benimsenmesinin arkasındaki temel güdü, sınıf çalışmasıydı kanımca. (Bu daha genis bir konu.) Ama buradaki refleks, aynı zamanda kültürel bazı tepkiler de içeriyordu. Popülist siyasetin yükselişi de bu dalga ile birlikte oldu Türkiye’de.
Bu dalga, bir tür cahil cesaretininin gelişmesine de vesile oldu. İşte bu cesaretin de, liyakatin önemli olduğu rasyonel cemiyet toplumuna değil, feodal cemaat toplumuna ait olduğu söylenebilir. Çünkü ortaçağ dünyasında herkes bilgisiz, herkes hedefsiz ve zamansızdır.
Bu herkesleşme, rahatlatıcıdır, çünkü insanı birey olmanın sorumluluğunda kurtarır. Popüler kültürün bu intikamci karekteri bu kadar allayıp pullaması da, anlatının konforlu oluşu ve insanlara kolaylıkla hitap edilmesidir. Benim iddiam, bu karakterin ortaya çıkmasının, Türkiye’de liyakatin öneminin yatırılması ile alakalı olduğunu iddia edeceğim.
Liyakat olarak sadakat
Sonuç olarak, incelememizdeki bazı fikirleri takip ederek, Türkiye’de liyakat yerine sadakat ve bağlılığın daha değerli görüldüğünü anlamış olduk. Sadakatin önemi ise, feodal değerler ile ilişkisi ve korku kültüründeki sıkı karşılığıdır.
Şunu kabul edelim, günümüz Türkiyesi’nde sadakat, liyakatin yerini aldı. Bizden olmak, iş görmenin önüne geçti ve başarısızlıklar, kaderciliğin gölgesine saklandı. Ne de olsa vicdan çoktan kurumuştu. Takım tutmaya dönüşen seküler dincilik mi insanları bu soygundan geri çevirecekti?
Bu durumun bir kader olduğunu düşünmüyorum. Evet, bu duruma yatkın bir kültürel ve tarihsel süreç içerisindeydik. Ama yaşam ve tarih, her zaman bir mücadele alanıydı. Ve bu mücadele sürüyor. Hem bireysel, hem de toplumsal ölçekte.
İşte tam da bu mücadeleyi verebilmek için, tarih ve kültürdeki süreklilik, yarık ve çatlakları anlayıp buna göre eylemde bulunmak faydalı olabilir.
Hepimizin hayatında çatlaklar var. Işık içeri böyle sızar.
Leonardo Cohen