Büyünün kaynaklarından birisi, gerçeklik dediğimiz şeyin belirlenemezliği ve muğlaklığı olabilir mi? Gerçeklik dediğimiz şey öylece elimizin altında mıdır? Yoksa felsefecilerin, mistiklerin ve hikayecilerin farklı yollardan iddia ettikleri gibi sandığımızdan çok daha geniş ve muğlak mıdır?
Metafiziğin ve hurafelerin içerisinde boğulmadan, büyünün kaynaklarından bir diğerini incelemek istiyorum. Bu yüzden temel olarak, gerçekliği farklı kavrama ve ehlileştirme yöntemlerimiz üzerine tartışalım. Gerçekliğe ilişkin farklı tasvirlerin kaçış noktaları nelerdir? Bu kaçış noktaları, mitoloji ve büyüsel düşüncenin doğuşu için bir kaynak olmuş olabilir mi?
Bu noktada, gerçeklikle ilgili tasvirlerimizin dayatıcılığından kaçmak için bir strateji olabilir mi büyüsel düşünce ve büyü teknikleri? Gerçeklikle ilgili her tasvir stratejik, politik ve faydacı ise; bu tasvirlerden kaçış da politik değil midir?
Bu tartışma çizgisinin ulaşacağı sorulardan birisi, sözde somutun (Karel Kosik’in kavramı) esnetilmesinde büyü ve diğer paranormal, mistik anlatı ve inançların bir teknik olup olmadığıdır. Sözde somut nedir? Politik mücadele neden onu yıkmayı amaçlar? Ve bu mücadele, alçak kültür fenomenlerinde, bilinçsiz şekilde sürüyor olabilir mi?
Bu yazıda gerçeklik sorunsalının büyü ve büyüsel düşünce ile ilişkisini sorgulayalım. Bu sorgulama dolayımında, alçak kültüre ilişkin politik bir spekülasyon üretmeye çalışacağız aynı zamanda. Büyü, gerçeklik faşizmine karşı bir direniş anlatısı olabilir mi? Muğlaklık neden savunulması gereken bir değer olabilir?
Büyü gerçek mi?
Bu soru, tartışmamız bağlamında farklı bir çok boyutluluk kazanır. Gerçek nedir? Büyüye gerçek demek, büyüye inanmaya ihtiyacımız olduğunu kabul etmek midir? Yoksa gerçekliğin içerisinde bir bozukluk anı, bir esneklik, bir aksama aramak midir?
Büyü gerçek midir sorusunu nasıl ele almak gerekir? Yolumuzu bir şekilde açmamız gerekir.Şu soruya dönelim: “büyü gerçek mi” sorusunu kim soruyor? Hangi ihtiyaçlar bu soruyu ya da büyüye inancı gerekli kılar?
Büyüye ihtiyacı olan, doğanın ve uygarlığın deviniminde bir yarık açılmasına ihtiyacı olandır. Bu ihtiyaç, sevilen kişinin kaybı da olabilir, romantik bir hayal kırıklığı da olabilir, aklileştirilemeyen bir ekonomik kırılma da olabilir. Öyleyse bu ihtiyaçlardan bazılarının peşine düşelim:
Ekonomik sarsıntılar, büyü ve paranormal
Ekonomik – maddi bir krizle büyünün / paranormalin ne ilgisi olabilir? Bir örnek üzerinden ilerlemek istiyorum. Yeni tanıştığım bir arkadaşım, babasının şirketinin batışından bahsetmişti. Bu olayı yıllar sonra, evlerinde buldukları bir büyü parşömeni ile ilişkilendirmişlerdi. Bu kaybın arkasında, bir kara büyünün olabileceğini düşünüyordu.
Bu hikaye, bu aile için gerekli bir motif olabilir. Ne de olsa bu olaydan sonra dünyaları değişmişti. Benim fark ettiğim ise, şirketin batışının 2008-9 krizine ve 2000’li yılların ilk on yılının sonundaki ekonomik daralma dönemine denk gelmesiydi. Bu dönemde pek çok meslektaşımız piyasanın daralmasından etkilendi. Bazıları bu durumu bir hikaye ile birlikte kabullenme ihtiyacı duymuştu.

Bu hikayede büyü, yaşanan maddi bir sarsıntı sarsıntının sebebi olarak, aklileştirme düzeyinde ortaya çıkar. Hikayeler, insan psikolojisinin sınır durumlarında ortaya çıkarak, insanı teselli eder ve şefkatli anne eline dönüşür. Hikaye bazen dinden, bazen kültürün diğer ögelerinden seçilebilir. Bazı durumlarda benzer motifler kullanılarak yeni hikayeler yaratılabilir.
Bu noktada Yaşar Kemal’in Ölmez Otu kitabına değinmek istiyorum. Kitapta, Çukurova’da pamuk işçiliği yapan köylülerin çaresizlikleri ve bu çaresizliği nasıl hikayeler ile dayanılır kılmaya çalıştıkları anlatılır.
Köylüler fakir ve borçludurlar. Her yıl bir umut Çukurova’ya pamuk toplamaya inerler. Bu yıl köylerinden çıkan derviş Taşbaş’ın yardımıyla bereket olacağını ve borçlarından kurtulacaklarıni hayal ederler. Pamuk toplarken çıkabilen yağmur ise umutlarını bitirir. Yağmur, köylülerin kazançlarını azaltacaktır. Bir köylünün tam da bu hayal kırıklığı noktasında, fırtınada Taşbaş efendiyi görüp gelecek güzel günlerin vaadini alması ise düşündürücüdür.
Var köylüme söyle Memidik, dedi, ben onlara Halil İbrahim bereketi göndereceğim. Yok yoksulluk görmeyecekler. Benim gezdiğim yerlerde insan insana kıymayacak. Ben onlara cennet eyleyeceğim dünyayı. Bu dünyası cennet olmayanın, öte dünyası da cennet olmaz.
Ölmez Otu, Yaşar Kemal, s.214
Aşk, kırılganlık ve büyü
Aşk ve ayrılık büyülerinin günümüzde hala popüler olmasının sebebi nedir? Çiftlerin burç uyumlarına ilişkin sayfaların internette bu kadar çok tıklanmasının da sebebi bu duruma örnek verilebilir.

Çünkü yalnızlık, insanın en büyük korkularından birisidir. İnsanın romantik eşe yönelik ihtiyacı, onun romantik ilişkilerdeki kırılganlığıni arttırabilir. Çünkü karşılaşmadan ihtiyaçlar, hayal kırıklığı ve öfke yaratır. Öfke ise her duygu gibi bir habercidir ve bir aksiyon alınmasını talep eder.
Büyü ve duygusal hezeyana bağlı diğer aklileştirme ya da sağaltma mekanizmaları, bu işe yarar. Kişi bu hayal kırıklığını ya kendisini suçlayarak içine kapanır (yalnızlık) ya da kendisini değiştirmeye karar verir (sosyalleşme). Ya da içinde yaşadığı çevreyi ya da şartları değiştirmeye çalışır.
Bu aksiyonları alamayan kişi ise, mistik bazı inançlar sayesinde içsel tepkisini sağaltmaya çalışır. Bu inançsal yollar, ideal aşka yönelik inanç, kısmet inancı, burç yorumlarına ve fala sığınma, aşk büyüsü gibi çeşitli haller alabilir.
Bu noktada aşk büyüleri özellikle ilginçtir. Zaten aşkın gücü bizzat büyülüyken, insan bu güce kendisini fazla kaptırdığında ya da takıntı haline getirdiğinde, aşk büyüsü ile sevdiği kişiyi kendisine doğaüstü bir şekilde bağlamaya yeltenir. Bu büyüler ise yarıyor mu bilmiyoruz. Ama büyünün aşığın heyezayanlarını sağalttığı söylenebilir.
Tekniğin soğukluğu ve bilim
Teknik ve bilimin dayatıcılığı ve doğrudanlığı, büyü ve paranormale yönelmemize sebep olabilir mi? Ne de olsa teknikle araçsallaşan yaşam, insana hiçbir teselli sunmamaktadır.
Dünyada tek başına olduğuna inanan ve böyle davranan bilim teknik haline gelir, yani diğer her türlü bilme biçimini ddışlayarak, yaşam dünyasına ve yaşamın kendisine her türlü referansı dışlayarak, kendi imkanlarını bilimden ve bilimin teorik bilmesinden alan işlemler ve dönüşümler toplamı haline gelir.
Barbarlık, Michel Henry, s.63
Tekniğin ve teknolojinin insana ne kadar faydalı olduğu su götürmez bir gerçek. Ama tekniğin parantezine alınmış bir yaşamamın kısırlaşacağı da bir hakikattir. Çünkü insanın maneviyat, anlam, hikaye gibi ihtiyaçları da vardır.
Üstelik teknik politik olarak nötr de değildir. Teknik, Marcuse’un iddia ettiği gibi insani araçsallaştırır ve tek boyutlu hale getirir. Acımasız kapitalist dünyadan kaçmak isteyen insanın, en eski afyona, yani mit ve büyüsel düşünceye sığınması son derece anlaşılırdır.
Günümüzde neo-paganizm gibi New age dinlerin, yoga gibi pratiklere eşlik eden Budist taoist öğretileri, hatta illüminati ya da reptilyan gibi mitsel komplo teorilerinin bu kadar ilgi görmesi kanımca bu durumdan kaynaklanıyor. Dünyanın büyüsünün bozulması (Weber), mitsel düşünceye yeni bir ihtiyaç doğurur.
Paranormal anlatıların ve inançların da benzer sebeple güçlerini koruduklarını düşünebiliriz.

Gerçeklik, muğlaklık ve büyü
Bir önceki bölümde, bazı maddi ya manevi ihtiyaçlar doğrultusunda, gerceklikte açılan bazı yarıkları görmüş olduk. Bu bağlamlar insanın varoluşsal ihtiyaç ve sarsıntılarına denk düşüyor. Büyü ve paranormal, bu fay hatları hatlarının manyetik rezonansında güç buluyor.
Peki gerçeklik bu yorumların kolayca yapılabileceği kadar muğlak mı? İnsanın hikaye anlatan insan olduğunu biliyoruz. Dünyasını hikayelerle kurduğunu da biliyoruz. Yine de bu vakaların, yani doğaüstü ve paranormal inançların, sadece insan aklının ve dilinin yanıltıcılığına mi başlayacağız? Yoksa gerçeklik dediğimiz şeyin ya da gerçeklik diye bir kümeye işaret etmenin kendisi muğlak olabilir mi?
Hume’da mucize ve doğa yasaları

Felsefeci David Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Soruşturma kitabında, mucize fenomeni üzerine bir tartışma yapar. Akıl dahil her otoriteye şüphe ile yaklaşan Hume, bu yazısında doğa yasaları gibi deneyime dayanan bir olgunun, nasıl olup da mucizelerde aşıldığını sorgular.
Hume için, en temel yol gösterici, akıl değil, deneyime dayanan gözlemlerin sorgulanmasıdır. Nedensellik gibi bir ilkeye bile metafizik düzeyde güvenemeyeceğimizi söyler Hume. Bu yüzden biz her zaman, deney ve gözleme bel bağlamalı ve buradan devşirdiğimiz verileri tasnif ederek karar almalıyız.
Fakat mucize gibi bir değerlendirmede, bu imkanı kaybederiz. Çünkü mucizeler, hem çoğunlukla çok uzak geçmişte yaşanır ki bu yüzden tanıklıkların değerlendirilmesi güçtür, hem de insanın bu tip olaylarda oluşan hayreti abartma ve bire bin katarak anlatma gibi bir özelliği vardır.
Hume tam da bu yüzden, mucize ve kehanet gibi inancın konusu olan doğaüstü olayların, akıl ile değerlendirilemeyeceğini söyler. Tam da bu yüzden, Hume’a göre inancın konularını dine bırakmalı ve inancı akılsal düzlemde desteklemeye çalışmamalıyız.
Hristiyan dininin doğruluğuna ikna olmamız için tek başına akıl yetersizdir ve İman yoluyla bu dini kabul eden herkes, kişiliğinde anlama yetisinin tüm ilkelerini alt üst eden ve kendisine alışkanlık ve deneyimce en aykırı şeye inanma kararlılığı veren bir süreğen mucizenin bilincindedir.
İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, Hume, s.130
Bizim tartışmamız bağlamında, Hume’un tezi hangi perspektifi sunar? Hume’un önerisi, son tahlilde doğaüstü olaylara karşı agnostik olmak açısından makuldür. Bizim paranormal hikayeler gibi doğaüstü olaylar üzerine fikir yürütmemiz ise, Hume’un iddiası ile çelişmez. Biz bu hikayelerin gerçekliği değil, kaynakları ve psikopatolojisi üzerine düşünüyoruz.

Felsefe tarihinde gerçeklik
Düşünce tarihi boyunca gerçekliğe işaret etmeye ya da onun sınırlarını çizmeye çabalayan pek çok tartışma yapıldı. Bu tartışmalar, gerçekliğin ve aklın sınırını çizmeye yönelikti.
Gerçekliğin tasvirine ilişkin, modern dönemin başlangıcında ilk temel yaklaşım materyalizmken, bunun karşıtı yaklaşım idealist yaklaşımdı. İdealist yaklaşım, gerçekliğin tasvirinde aklın ve idelerin önceliğini vurgularken, materyalist yaklaşım maddi boyutun önceliğini savunur.
Materyalist yaklaşım, 20. yüzyılın başındaki kaba materyalizmden, eleyici materyalizme ve onun türevlerine evrildi. (Yeni materyalizm) Yeni materyalizm, zihin araştırmaları ile birlikte giderek gelişerek güçlendi. Ancak kendi sorunlarını içerisinde barındırmaya ve bunları çözme çabasını geliştirmeye devam ediyor.
İdealist felsefe ise etkisini tamamen kaybetti. Ancak 20. yüzyılın bir başka gelişmesi, felsefi tartışmalara yön verecekti. Dilsel dönüşle birlikte, felsefenin yapıldığı medyanın soruşturulması, hem materyalizm hem de idealizmi çok fazla etkiledi. Bu gelişme ile birlikte, her felsefe alanı, kullandığı araçları çok daha titizlikle incelemeye başlayacaktı.
Gerçeklik derken neyi kast ederiz? Bu bir kelime midir, yoksa kültürel bir inşa mıdır? Kelimeler aynı balta gibi birer araçsali onların aracılığı ile doğruluğa ve kesinliğe nasıl işaret edebiliriz? En nihayetinde gerekliği hangi araç ile en kesin ve doğru şekilde tasvir edebiliriz?
Gerçeklik, kesinlik ve muğlaklık

Nominalist kanatta yer alan Wittgenstein, kesinlik üzerine kritik bir düşünce ortaya koyar. Witgenstein, kesinliği dilsel – matematiksel düzlemde ortaya koymaya çalışan Russel’ın mantıksal atomculuğu gibi yaklaşımları sorunsallaştırdı. (Bu akımların önemi, materyalist düzlemin mantıksal tasvirini yapmaya çalışmalarıydı.)
Witgenstein, Moore’un kesinliğe ilişkin iddiasını sorunsallaştırır. ‘Biliyorum’ fiilinin arkasındaki ‘bildiğimi sanıyorum’ ve ‘bildiğime inanıyorum’ varsayımını ve buradaki dilsel oyunu ortaya koyar Wittgenstein. Ona göre, bir kelimenin görevi, bir memurun görevi ile benzerdir.
Düşünür, çocukların dili bir oyun gibi öğrendiklerini varsayar. Taklit ederek öğreniriz, yani aslında biliyorum, iddia ediyorum gibi cümlelerin anlamını felsefe yapana kadar hiç düşünmemiş, sadece bu cümlelerin ait oldukları bağlamdaki kullanımlarını öğrenmişizdir. Tam da bu yüzden, dilin içerisinde, dilin ötesindeki bir kesinlik iddiasında bulunmak, mümkün değildir.
191. Pekiyi, her şey bir hipotezden yanaysa, hiçbir şey ona karşı değilse, o zaman bu hipotez kesinlikle doğru mudur? Öyle adlandırılabilir. Ama o gerçeklikle, olgularla kesin olarak uyuşuyor mu? (Yani dilsel düzlemi yok sayabilir miyiz. – Alıntıyı yapanın notu.) Bu soruyla zaten bir döngünün içerisinde hareket etmektesin.
Kesinlik Üstüne, Wittgenstein, s.36
Wittgenstein’in işaret ettiği, dilsel tasvirin, her zaman gerçekliğin ancak bir resmini çekebileceği, onun bir perspektifini bize sunabileceğidir. Bu durumda, kaba materyalizmin ya da 16. yüzyıl bilim adamınını coşkuyla iddia ettiği gibi, gerçekliğin arkasındaki daha derin ve kesin bir düzeyin ele geçirilmesi çabası boşa düşmektedir.
İşte benim, gerçekliğin muğlaklığı dediğim şey, tam da buradan kaynaklanır. Ve bu kaynak hem mit, hem mistik, hem de büyüsel düşünce için derin bir kaynaktır. Varlığın zenginliği ve çok yüzlülüğü, insanın ona her yönelişinde bize yeni bir yaşam verir.
Fenomenoloji ve gerçeklik
Gerçekliğin kavranışındaki ve tasvirindeki bu güçlüğün, bir başka boyutuna kısaca fenomenoloji aracılığı ile işaret etmek istiyorum. Bu güçlük, zihin felsefesinde Qualia problemi denilen konudur. Bu problem, öznelliğin nesnellik ile ilişkisine ve kaynağına dayanır.
Problem şudur: Yaşamı bizler her zaman öznel bir pencereden deneyimlerken, onu nasıl nesnelleştirip bilginin konusu yaparız? Bunu pratik hayatta rahatlıkla yaptığımız doğrudur. Ancak zihin felsefesi alanına geldiğimizde bu bi problem haline gelir. Öznelliğin kaynağı ve özellikleri nedir? Yapay zeka öznellik kazanabilir mi? Ya da öznellik dediğimiz şey sadece bir yanılsama mıdır?
Fenomenoloji, gerçekliğin tasvirinde önceki ele aldığımız düşüncelerin sahip olmadığı bir avantaja sahiptir. Fenomenoloji, diğer felsefi yaklaşımların aksine, gerçekliği öznelliği yok sayarak incelemez. Fenomenolojini iddiası, öznelliğin yapılarının ve nesnellikle ilişkilerinin çözümlenmesidir.
Fenomenolojinin araçları ve ilkeleri, daha geniş bir konudur. Ama 20. yüzyıl felsefesine katkısı mühimdir. Bu katkı, hem gerçekliğin ve varlığın zenginliğinin katı nesnellik ve bilimselciliğe indirgenmesine direnmiş, hem de Heidegger ve Sartre gibi felsefeyi praxis ve gündelik yaşamla ilişkilendiren düşüncelere kapı aralamıştır.
Gerçekliğin nesnelliğe indirgenemezliğinin bir parçası da, onun muğlaklığından kaynaklanır. Bu muğlaklık, bilimin evreni fethinin tamamlanamamasından kaynaklanamaz sadece. Yaşamın kendisi bizzat derindir ve insanın bilme aygıtından kaçan yönlere sahiptir. Anlamak, yaşamla kurabileceğimiz tek ilişki değildir.
Yaşama ve varlığa, her zaman için bir muğlaklık ve belirlenemezlik atfetmek zorundayız. Bu onun, nevi şahsına münhasırlığından kaynaklanır. Bunu ondan almak, düpedüz şiddettir.
Gerçekliğin büyüsü, büyünün gerçekliği
İlk bölümde, büyüsel düşünce ve paranormal inançların insan için varoluşsal bir ihtiyaca dönüştüğü bazı durumları incelemiştik. İkinci bölümde ise, gerçekliğin muğlaklığının kaynaklarını inceledik. Büyünün gerçeklikle ilişkisine dair tartışmamız, hem büyünün gerçek olup olmadığını, hem de gerçekliğin muğlaklığının, büyünün kaynaklarından birisi olup olmadığını sorunsallaştırdı.
İnsanın varoluşsal ihtiyaçlarından ve çaresizliklerinden doğan büyüsel anlatılar ve söylemler, gerçekliğin muğlaklığı sayesinden gücünü arttırır. Peki muğlaklığın bu büyütücü etkisini, jeneratör etkisini nasıl ele almalıyız? Bu kurtulmamız gereken bir durum mu? Yoksa bu etkiyi doğru yönde kanalize etmek mi gerekir?
Benim kanımca, gerçekliğin muğlaklığı ve belirlenemezliği, kurtulabileceğimiz bir şey değildir. Dahası bu yok sayıldığı sürece, yaşam ve kültür fakirleştiğinden, yeni ihtiyaçlar oluşacak ve bu semptomlar, büyüsel – paranormal anlatılar gibi yanlış inançların çoğunlukta olduğu anlatılarla geçiştirilmeye çalışılacaktır.
Tam da bu yüzden, ben gerçekliğin muğlaklığının ve buradan kaynaklanan büyünün, temelde sanat tarafından karşılanması ve kullanılmasını öneriyorum. Ne de olsa insanlığın ve kültürün şafağında, sanat mit ve dinle birlikte ortaya çıkmıştı. Ve günümüze kadar ortaya koyulan sanat eserlerine baktığımızda, sanatın gerçekliğin derin katmanlarını mistikten daha güçlü şekilde yakalayabildiğini görüyoruz.
Fakat sanatın, insanların muğlaklıkla ilgili ihtiyaçlarını karşılaması için, onlara ulaşabilmesi gerekir. Yüksek sanatın geniş halk kitlelerine ulaşma şansı ve popüler sanatın varoluşsal / yaşamsal bakımdan zayıflığı, yeni tartışmalara kapı aralar. Bence bu patikaları izleyerek, var olan kaynakları geliştirmeli ya da yeni yollar açmak için yeni bakış açıları geliştirmeliyiz. Alçak kültür ile ilgili düşünme çabamın, bu yolda amatör ama cesur bir deneme olduğunu sanıyorum.
Sonuç olarak, büyünün gerçekliğine ilişkin tartışmanın, gerçekliğin büyüsünü ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Bu büyü, yaşam ve kültür sürdüğü sürece var olmaya devam edecek diye düşünüyorum. Önemli olan bu büyünün etkisi altında neler yaptığımız ve neler ortaya koyabildiğimizdir.