The Bear‘ın ikinci sezonu ilgilisini son derece heyecanlandırdı. Dizinin ilginç ve depresif hikayesi, bu hikayeyi kaliteli şekilde işlemesi ve karekterlerin anlatıda derinleştirilmesi, diziyi güçlü bir anlatı haline getiriyor. Bu yazıda hem The Bear ile ilgili hem not düşmek istiyorum, hem de dizinin sunduğu bazı açmazlar üzerinden modern iş hayatı ve depresyon ile ilgili düşünmek istiyorum. The Bear konusu nedir? The Bear‘ın depresif havası, bize iş hayatı ve depresyonla ilgili hangi fikirleri verebilir?

The Bear konusu şu şekildedir: Dizi bir ailenin ve üyelerinin kendisi/kendi’leri ile mücadelesinin hikayesi. İntihar eden Michael, annenin hezeyanları, Carmy’nin hayatın anlamını iş hayatında bulması, Sydney’in kendini kanıtlama çabası, aile üyelerinin travmaları… bunların hepsi aynı hikayenin içine gayet başarılı şekilde işleniyor.

İnsana dair her gerçek hikaye gibi The Bear da net bir çözüme ulaşmadan, çatışma içerisinde sonuçlanıyor. Ama bu çatışmalı durum, bize yaşam ve işle ilgili hangi fikirleri veriyor? Carmy’nin umutsuzluğu, iş’i yaşamının merkezine koyduğu için miydi yoksa yaşamın karmaşıklığı ve zorluğundan kaçmak için mi işi yaşamının merkezine koymuştu?

Neydi Carmy’nin kabullenemediği? Mükemmel olmamayı, eksik olmayı yani insan olmayı kabullenemediği için mi “mükemmel olmaya çalışabildiği” bir alana sığınmıştı? Bir kadına yönelik duygularını bu yüzden mi işine ihanet olarak görmüştü ikinci sezonun sonunda?

Hepimiz kendimizden kaçmak zorunda mıyız? Ve kapitalizm bu kaçışı kullanıyor olabilir mi? Depresyon bir hastalık mı, yoksa kapitalizmin bize giydirdiği bir deli gönleği mi? The Bear, bu açmazla ilgili bize neler gösteriyor?

The Bear konusu

The Bear konusu nedir? The Bear dizisi, genç bir şef olan Carmen “Carmy” Berzatto’nun hikayesini anlatır. Carmy, ünlü bir fine dining restoranından ayrılarak ailesinin işlettiği Chicago’daki bir sandviç dükkanını devralır. Dizinin ilk sezonu, Carmy’nin restoranı yeniden düzenleme ve ailesinin mirasını sürdürme çabalarını, aynı zamanda profesyonel mutfak dünyasının zorlukları ve baskıları ile başa çıkma sürecini konu alır. Karakterler arasındaki dinamikler, mutfakta yaşanan stres ve mizah unsurlarıyla harmanlanmış, gerçekçi ve duygusal bir hikaye sunar.

Dizinin ikinci sezonunda ise, The Bear’ın konusu biraz daha zenginleşir. Sandviç dükkanını işleten ekip, bu dükkanın yerine bir fine dining restaurant açmaya karar verir. The Bear 2. sezon, bu yeniliğe her bir karekterin nasıl tepki verdiğini derinlemesine anlatır. Dizinin en güzel yanı, her bir karekterin ayrı bölümlerde derinlemesine anlatılması ve geliştirilmesi benim kanımca.

The Bear: Fırtına ve aile

Peaky Blinders’ın bir sahnesinde Thomas Shelby şöyle konuşur: Aile bazen insanı fırtınadan korur. Bazense fırtınanın ta kendisidir. Bu sözlerin doğruluğunu yaşamımızda tecrübe etti çoğumuz.

The Bear dizisinde de aile merkezi rolde ve aynı açmazı aile üyelerinin nasıl yaşadığı hikayenin gövdesini oluşturuyor. Hikaye aslında Carmy’nin işkolikliğinin ve takıntılı yapısının, ailevi kökenlerini de verdiği için güçlü. Abisinin intiharı, annesinin dengesizliği, babasının yokluğu gibi durumlar Carmy’nin yaşamını elbette şekillendiriyor.

Dahası hikayenin geçtiği restaurant da ailenin izlerini taşıyor. Carmy’nin dünya çapında bir aşçı olduktan sonra mahalle arası bir restaurantı dönüştürmeye çalışmasının sebebi de buydu.

The Bear boyunca, restaurant çevresinde yeni bir aile oluşur. Bu ailenin her bir üyesi eski ailesinin izlerini taşırken, aynı zamanda kendini ve yeni ailesini de dönüştürür. Fakat bu dönüşüm çatışmalı olacaktır, çünkü her birey hem kendi hikayesi hem de ötekinin hikayesi ile kavga eder. Bu mikrokozmos, aynı zamanda bir tür yaşam simülasyonuna benzer.

The Bear: İş hayatı ve yaşam

The Bear, tutkulu insanların bir arada çok iyi bir iş başardığı idealist bir iş çevresi sunuyor. Kendini geliştirmek isteyen pek çok aşçı kendi istekleri ile uzun çalışma saatlerine katlanıyor. Özellikle de kendilerini geliştirmeleri için fırsat sunulan ve bu yolda desteklenen aşçılar.

Başaşçı Carmy’nin idealistliği de bu havayı destekliyor. Pek çok sahnede ortaya çıkan mükemmellik takıntısı, uzun çalışma saatlerine rağmen işinden keyif alması hatta hayatına işi dışında bir şey sokamaması…

Bence Carmy’nin alkol bağımlılığı da konu ile ilişkili. Kendimden de bildiğim üzere, işkolik insanlar alkol bağımlılığı eğilimi gösterebiliyor. İlk başta alkol işin stresine bir çare olarak ortaya çıkıyor. Fakat alkolün asıl işlevi, beynin dopamin kimyasını desteklemesi. Hayatının tek boyutu çalışmak olan insan, hayatın o kadar geniş bir yönünden mahrum kalıyor ki bence, beyindeki eksik dopamin mekanizmasını alkol ile uyarmak zorunda kalıyor.

Sonuç olarak, The Bear dizisindeki karekterler hayatlarındaki eksikleri meslekleri ve iş yaşamları ile doldurmak ya da geçiştirmeye çalışıyor. Peki hayatın iş tarafından işgali normal mi? Bu bir tür kaçış mekanizması mi yoksa kapitalizmin yarattığı bir açmaz mı?

(Ek: Dizi boyunca bu iş çevresindeki işçi ile işveren arasında çelişkilerin yok sayıldığını da unutmayalım.)

Kapitalizm ve depresyon

Kapitalist koşullar ve yarışmacı iş yaşamı bizi nasıl depresyona itiyor? Tüketim toplumunun sürekli daha çok tüketerek daha değerli olacağımız yanılsamasını bize benimsetmesi, depresyonu daha da derinleştiriyor olabilir mi?

Kapitalist koşullar ve dünyada iş hayatını gündelik hayattan ayrıştırabilir miyiz? Bu sorunun cevabı açık diye düşünüyorum. Bu sorunun bir adım ötesinde ise şu soru var: Karekter özelliklerimizi ve duygu durumumuzu iş hayatının ritminden ayrıştırabilir miyiz?

Çalışmanın bir yaşam biçimine ve bir mesleğe sahip olmanın bir personaya sahip olma manasına geldiği bir dünyada, duygu durumumuzu ve psikolojimizi kurtaramayacağız. Çünkü kapitalist performans toplumu, hiçbir zaman veremeyeceğiniz kadar fazlasını isteyecek emeğimizin.

Kapitalizmin başarı ilüzyonu sonsuzlukta olduğundan, ne kadar mükemmeliyetçi olursak olalım oraya ulaşamayız. Dahası bu sistem içinde mükemmeliyetçilik bile bir ideal değil, bir tür verimlilik sağlayıcı hegemonya ilkedir. Eksikliğinizi gidermek için bu ilkeye sarılırsınız ve eksikliğiniz hiçbir zaman azalmaz.

Bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde ise başka bir döngü başlar. Emekçiler bu ülkede hiçbir zaman emeklerinin karşılığını alamadıklarından, pesimist neo-kalvinci bir iş ahlakı ve aşırı dozda uyuşturucu almaya başlarlar. Uyuşturucu bazen din, bazen milliyetçilik, bazen kapitalist hayaller, bazen alkol, bazen budizmdir. Zaten cehennemde isek ve kurtulamıyorsak, çalışmaktan başka ne çaremiz olabilir ki.

Aynı dönemde çok sayıda kişinin depresyona girmesi, giderek daha fazla insanın antideprasan kullanımı, psikolojik destek alan sayısında artış, meditasyon ve yoga gibi pratiklerin giderek daha çok ilgi çekmesi gibi fenomenlerle de karşılaşıyoruz. Bu fenomenler sorunun çözümü değil, parçasıdır.

Memtal sağlığımızı koruyamayan biz değiliz. Onu paramparça eden kapitalizmdir. Ruhumuz bozuk geleneksel pedagoji ile, sağlıksız eğitim sistemiyle, yetersiz beslenmeyle, cinselliğin metalaşmasi ile, çizgifilmlerle, dizilerle… köleleştirilmiş ve çalışmaya uygun bir et yığınına dönüştürülmüştür. Bu duruma depresyon ismini vermek olsa olsa naifliktir.

The Bear ve depresyon

İşte bu sebeplerle, The Bear dizisini beğensem bile, bazı baķımlardan eleştirmek istiyorum. Son zamanların dizileri içerisinde kaliteli bir örnek olsa da, iş hayatı ve kapitalizm hakkında çok yanlış fikirleri de bize sunuyor The Bear.

İlk elimizin altında bulduğumuz, işin yaşamın anlamını bize sunabilecek kadar önemli olduğu fikri. Ama hiçbir işin bu kadar önemli olduğunu düşünemeyiz, öyle olsa bile kendimizi bir işe aradığımızda gözümüzün körleşeceği (hem kendimize hem dünyaya karşı) açık. Bu da sağlıksız sonuçlar doğuracaktır. Ölçülülüğü elden bırakmamak gerek.

Ama bu formülün bir başka şekli daha var. Dünya kötü ve belirsizliklerle dolu ise, iş gibi daha tanımlı ve daha az değişkene sahip bir alan ile hayatı sınırlayıp, o alandaki başarılar ile kendini değerli hissetmeye çalışmak mantıklı olmaz mı?

Bu depresif kabulleniş neo-kalvinci bir kabulleniş içeriyor. Ama fikir varoluşçu gibi görünse de son derece politik, daha doğrusu son derece apolitik. Ve buradaki depresyon yaşamın muğlaklığından değil, kapitalizmin bir gelecek sunmayı bırakmasından kaynaklanıyor.

Buradaki en tehlikeli argüman ise, kapitalist dünyanın performansına (iş) ve gösteriye (tüketim) katıldığımız / katılabildiğimiz oranda değerli olduğumuz fikridir. Oysa hepimiz insan olmamız bakımından ölçülemez ve karşılaştırılamaz bir özdeğere sahibiz. Bu olanağı elimizden almaya çalışan ise, arzu ve tanınma güdülerini sabote ederek ve bunlarla sonsuz bir labirent kurarak, kendini değişmez yapan ve kendi insanını üretmeye çabalayan kapitalizmdir.

En nihayetinde söylemek istediğim, kapitalizmin yarattığı bu depresyon döngüsünden ne terapi, ne yoga, ne New age dinler, ne de kendimizi mesleğimize ya da bir başka ideali arayarak çıkamayacağımızdır. Tek çare, bu düzen ve onun ürettiği duygu / zihin durumları ile mücadele etmektir.

“The Bear: Modern iş hayatı ve depresyon” için bir yanıt

Bir Cevap Yazın

Trending

Alçak kültür sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et